Sunday, November 12, 2023

Antroposen’in Ultrasosyal Kökenleri


Antroposen’in Ultrasosyal Kökenleri


The Ultrasocial origin of the Anthropocene (Ecological Economics 95 (2013) 137-147) isimli makalenin Karaçam tarafından yapılmış Türkçe çevirisidir. Sunuş yazısı, aynı makale için Naturaleza Indomita tarafından yazılan sunuşun Karaçam tarafından yapılmış Türkçe çevirisidir. Sunuş yazısının orijinali takip eden linktedir : https://www.naturalezaindomita.com/textos/teora-del-desarrollo-social/los-or%C3%ADgenes-ultrasociales-del-antropoceno


Sunuş

Takip eden metni aşağıdaki iki sebepten yayınlamaya karar verdik.

· İnsanlardan oluşan toplumsal sistemlerin nasıl işlediğini, evrimleştiğini ve geliştiğini anlamak için oldukça önemli olan bir konuyu işlemektedir: Grup seçilimi yolu ile Darvinci evrim. Yakın bir zamana kadar Darvinci evrim yalnızca bireysel düzeyde (ya dar anlamda bireysel seçilim ya da akraba seçilimi) işleyen doğal seçilimin yönlendirdiği bir süreç olarak anlaşılmıştır. Yalnızca doğal seçilim yolu ile evrim fenomenini tam anlamayan kafası karışık biyologlar ya da kolektif politik teorilerin ideolojik etkisi altında olan diğer bazı biyologlar, oldukça gerçek dışı ve basit bir şekilde, grup seçiliminin bazı biçimlerini savunmuşlardır. Fakat günümüzde evrimin hem bireysel hem de grup (çok-düzeyli seçilim) bazında işlediğine yönelik bir anlayış güç kazanmaktadır. Birçok durumda bu görüşü savunanlar güçlü bir takım ideolojik ön yargıların etkisi altında gözükseler de, çok-düzeyli seçilim, temel bir biyolojik teori olarak, güçlü bir bilimsel temele sahiptir. Üstelik, yalnızca biyoloji ile sınırlı kalmadan her tür dinamik sisteme uyarlanabilme potansiyeline sahiptir. Yayınladığımız takip eden makale çok-düzeyli seçilim kavramına dayanarak mevcut toplumsal sistemin kökenini ve gelişimini açıklamaktadır. Fakat maalesef, birazdan göreceğimiz gibi, bunu yaparken oldukça güçlü kolektivist eğilimlere savrulmaktadır.

Çok-düzeyli seçilim kavramına göre toplumsal sistemler de evrimsel birimlerdir. Bunun anlamı, bu sistemlerin evrimi incelenirken, toplumlar ya da sosyal gruplar arasındaki ilişkilerle bu toplulukları oluşturan bireyler arasındaki ilişkilere ayrı ayrı bakılması gerektiğidir. Meselelere bu bakış açısından bakıldığında perspektif yeterince değişmekte, daha önce fark edilmemiş süreçler ve dinamikler keşfedilmekte ve daha önce bilinen süreçler, dinamikler ve özellikler, yeni açıklamaların mümkün olduğu ve bu fenomenlerle ile ilgili anlayışı derinleştiren bir şekilde yorumlanabilmektedir.

· Bu söylenenlerle bağlantılı olarak yazarlar, “süper-organizma” ve “ultrasosyal” kavramlarını kullanmaktadırlar. Bu kelimeleri kullanıp kullanmamaktan bağımsız olarak, bu kelimelerin ifade ettiği iki önemli kavram insanlardan oluşan büyük ölçekli ve kompleks (medeniyetler) sistemlerin doğuşu ve işleyişini anlamak için oldukça önemlidir. Özet olarak bu kavramlar, temelde üyelerinin (onları oluşturan bireyler ya da alt gruplar) doğal sosyal eğilimlerinden doğmalarına rağmen, doğal seçilimin etkisi ile bu bireysel ya da alt grupla alakalı eğilimlerin çok ötesinde kendi kendilerini devam ettirme, geliştirme, genişletme ve dayatma eğilimi kazanan toplumsal sistemlere atıf yapmaktadır. Bu toplumsal sistemler, üyelerinin pro-sosyal eğilimleri sayesinde diğer toplumsal sistemlere karşı rekabetçi bir avantaj kazanmaktadırlar.i

Metinden çıkarılabilecek bu iki fikir, toplumsal sistemlerin işleyişi ve geniş ölçekte evrimleşmesinin daha iyi anlaşılması açısından faydalıdır. Fakat daha öncesinde söylediğimiz gibi yazarlar ciddi bir ideolojik ön yargıya sahiptir ve bu durum bu iki kavramdan çıkarılabilecek ve çıkarılması gereken sonuçları çıkarmalarını engellemektedir. Aynı zamanda bu ön yargı bazı ciddi yanlışlar yapmalarına ve doğru olmayan bazı varsayımlarda bulunmalarına sebep olmaktadır. Yazarların bu metinde yaptığı başka bazı yanlışlar tartışmayı epey uzatacaktır. Burada bu yanlışların en büyüklerine değiniyoruz.

· Verdikleri referanslar ve kullandıkları kelimelere bakıldığında yazarların küçülme ekolüne ya da “ekolojik ekonomi”ye yakın oldukları söylenebilir. Bu akımlar hemen hemen her zaman politik olarak sola yakındır ve her şeyden önce fikirlerinin ve ekonomik ve tarihsel analizlerinin çoğunda güçlü bir şekilde Marksizmden etkilenmiştir. Yazarların kullandıkları terim ve ifadelerin bazıları (“artık-değer”den “kapitalizm”e – bu ifadeyi belirli bir ekonomik sistemi ifade etmek için değil genel olarak modern endüstriyel sistemi ifade etmek için kullanırlar – ve oradan “ekonomik toplum,” “ekonomik adam” ve sömürücülere kadar) doğrudan Marksizmden alınmıştır. Aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız ilkel insanları idealize etmeleri de Marksizmden alınmıştır. “İlkel komünizm” teorisinin modernize edilmiş bir versiyonundan başkası değildir.

Kabul ettikleri insan doğası nosyonları da sosyalist soldan alınmıştır. İnsanların dayanışmaya yönelik doğal bir eğilimleri olduğunu ve bu eğilimin yabancılarla dayanışmayı da kapsadığını söylemekteler. Söylediklerinden anlaşılan, dayanışmaya yönelik bu eğilimin kiminle ne için dayanışıldığından bağımsız ve genel olduğudur. Yani insanlar, doğaları gereği ayrım yapmadan altruist ya da pro-sosyaldir.ii Fakat bu doğru değildir. İnsanların, doğal olarak ve kendiliğinden, herkesle aynı şekilde dayanışmak, özdeşlik kurmak, empati yapmak ve paylaşmak gibi bir eğilimi yoktur. Tanımadığımız insanlarla doğal bir şekilde dayanışma eğilimimiz akrabalarımız, arkadaşlarımız ve hatta komşularımız ve öznel bir şekilde kendimize yakın hissettiğimiz kişilerle dayanışma eğilimimizden çok daha düşüktür. Tabii ki yazarlar, parazitliğe yönelik oldukça sık görülen doğal insan eğilimi hakkında hiçbir şey söylememektedirler: İstismar etmek, başkalarının zararı pahasına onlardan fayda sağlamaya çalışmak, davranışlarının başkaları üzerindeki etkisini önemsememek, rekabet etmek ve dövüşmek, bazı insan gruplarını düşman olarak belleyip onlardan nefret etmek ve onlara zarar vermek. Ayrıca, altruist olmayan bu davranış türlerinin yabancılara yönelik daha yoğun bir şekilde sergilendiğini de söylememektedirler. Yazarlar insan doğasının altruist ve kolektivist yönlerini vurgularken meseleyi dengeli bir şekilde değerlendirmemektedirler. Aynı şekilde, onlara göre evrensel ve oldukça güçlü olan dayanışma eğilimine uymayan özelliklerden bahsetmemekteler.iii Yazarların Marksizmden devraldıkları bir başka özellik ekonomizmdir. Yani, toplumsal dinamiklerle ilgili her şeyi ekonomik süreçlere ya da ekonomik alt-sistemlere indirgeme eğilimindedirler. Marksistlerin çoğunda olduğu gibi, yazarlar için de her şey “ekonomi” gibidir. Örneğin, modern endüstriyel topluma “kapitalizm” ya da kapitalist sistem adını verdiklerinde bütün bir sosyokültürel sistemin tamamını, onun yalnızca bazı ekonomik boyutlarına ya da ekonomik alt-sistemlerine indirgemektedirler. Ya da bu alt-sistemlere çok fazla önem atfederken sosyokültürel sistemin teknolojik, demografik ya da eko-sistemle ilgili yanlarını yeteri kadar vurgulamamaktadırlar.

Dahası, yazarlar, “iyi” birer Marksist olarak, modern toplumun bir pazar toplumu/ekonomisi olduğuna, yani serbest pazara sahip bir kapitalizm olduğuna inanmaktadırlar. Bundan anlaşılan şey herhangi bir dış müdahale (yani devlet müdahalesi) olmadan talep ve arz süreçleri ile kendi kendini idare eden bir ekonomi ise gerçekte serbest pazar toplumunun ya da kapitalizmin var olmadığını dikkate almak gerekir. Çünkü (yasalar, düzenlemeler, vergiler, sübvansiyonlar ya da başka müdahaleler yolu ile) ekonomiye yönelik her zaman için az ya da çok bir müdahale söz konusudur. Hiçbir modern toplum gerçek anlamda kapitalist değildir, topyekun bir pazar toplumu değildir.

Yazarların yaptığı ve Marksizmden kaynaklanan (daha açık olmak gerekirse sınıf savaşı teorisinden kaynaklanan) bir diğer yanlış tarımla birlikte yalnızca “ortalama bireyin” şartlarının kötüleştiği “üst sınıfların” (yani toplumsal sistemi yöneten elitlerin) ise şartlarının iyileştiğidir. Burada yazarlar “yaşam kalitesi” (yaşanılan çevrenin ve yaşam koşullarının insan doğasının otonom ifadesine ne kadar uygun olup olmadığı) ile “yaşam standardı” (alım gücü, hizmet ve ürünlere erişim, sosyoekonomik düzey, okuryazarlık oranı vb.) kavramlarını birbirine karıştırmaktadırlar. Gerçekte bu iki kavramın birbiri ile alakası yoktur, hatta birbirlerinin karşıtı oldukları dahi söylenebilir. “Üst sınıfların” yaşam standardı ortalama olarak “alt sınıflardan” daha yüksektir ve tarih boyunca “alt sınıflara” göre daha fazla artmıştır. Fakat bu iki grubun “yaşam kaliteleri” artmamıştır, hatta yaşam koşullarının doğamızın adapte olduğu şartlardan uzaklaşması ile daha da düşmüştür. Sorulması gereken soru şudur: Medeniyet tarihinin temel toplumsal problemi nedir? Genel olarak “zenginlerin” daha zengin olması (ve bazılarına göre fakirlerin daha da fakirleşmesi) mi yoksa “yaşam kalitesinin” gerçekte herkes için düşmesi mi?

· Yazarların avcı-toplayıcıları idealize etmelerine gelirsek, oldukça açık bir onaylama ile kompleks avcı-toplayıcı toplumlar da dahil olmak üzere avcı-toplayıcı toplumların agresif bir şekilde eşitlikçi olduklarını söylemekteler. Yazarlara göre bu toplumlar artık-üretim yapmazlar, genişlemezler vb. çünkü bu özellikler tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Fakat tarım ve medeniyet hiç yoktan ortaya çıkmamışlardır. Tarımdan önce avcı-toplayıcı toplumlar genişlemişler ve bulundukları çevrenin taşıma kapasitesine ulaşmışlardır. Ve en azından bazıları (özellikle yerleşik ya da kompleks olanlar) tarım toplumlarının ultrasosyallik ile elde edecekleri birçok özelliğe sahip olmuşlardır: Yerleşik olmak, nüfusun artması, artık-üretim, gelişmiş toplumsal hiyerarşiler, genişleme vb. Aksi taktirde tarım toplumları hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Yazarların, kendilerinin de referans olarak aldıkları avcı-toplayıcıları idealize eden antropologlara yöneltilen eleştirilere cevabı, bu eleştirileri yapanların “ilerleme anlatısının” sunduğundan farklı değerleri ya da yaşam biçimlerini hayal edemedikleridir. Bu bahanenin oldukça gülünç, ucuz ve hatta acınası olduğunu söylememiz gerekir. Bazı revizyonist antropologların ilkel toplumlar ile ilgili kötü bir imaj oluşturmaya çalıştıkları (en azından modern toplumun değerleri ile görülüp yorumlandıklarında) doğrudur. Ve muhtemelen bunu ideolojik sebeplerle yapmaktadırlar. Fakat ilkel toplumların (solcu ya da politik doğrucu perspektiften) idealize edilmesini kabul etmeyenlerin ve bu toplumları eleştirenlerin hepsinin, ilkel yaşamı tamamıyla asosyal/antisosyal ve kötü olarak gören ilerleme, otoriterlik, “kapitalizm,” modern toplum ve medeniyet yanlıları ve “ilerleme anlatısı” ile beyni yıkanmış “Hobbescular” olmadıkları açıktır.

Ayrıca yazarlar “avcı-toplayıcıların hiçbir özel ekonomik uğraşa sahip olmadıklarını” düşünmektedirler. Çünkü, yazarlara göre, artık-değer biriktirmemektedirler. Buna kanıt olarak öne sürülen, gerçek olduğu oldukça şüpheli (yukarıya bakınız) olan tarım toplumlarının aksine avcı-toplayıcıların hiçbir zaman artık-değer biriktirmediği iddiasını kabul etsek dahi, bunun “belirli ekonomik amaçlara sahip olmamak” ile bir alakası yoktur. Bu iki fenomen birbirinden farklı şeylerdir. Besin ve diğer maddi ihtiyaçları elde etmek (avcı-toplayıcılar da dahil olmak üzere her toplumda) yeterince somut ve açık (“belirli”) bir ekonomik faaliyet ya da amaçtır. Her toplumda olduğu gibi avcı-toplayıcılarda da ekonomi insan faaliyetinin temel bir unsuruydu ve büyük oranda kültürün diğer yönlerini belirliyordu. Çünkü gıda ve diğer gerekli kaynakları elde etmek ekonomidir. Burada gördüğümüz şey Marksistler için ekonominin yalnızca “kapitalizm” ya da (artık-değer biriktirmek gibi) sevmedikleri şeyler olmasıdır. Marksizm için artı-değer biriktirmek her şeyin açıklamasıdır, kötülüğün kökenidir. Ve Marksistlere göre bu tarım ile başlamıştır. Fakat yanılıyorlar. Yazarların bu konuda söyledikleri tek doğru (ki o da tam olarak doğru değildir) avcı-toplayıcı toplumlarda ekonominin, yalnızca bir ya da birkaç bitki ve hayvan türünün üretilip, tüketilmesine bağlı olmaması anlamında daha çeşitli olduğudur. Ancak bu da her durum için geçerli değildir. Örneğin avcı-toplayıcılık ile görece olarak çeşitli olan tarımı birleştiren ekonomiler bulunmaktadır (yalnızca tek bir tür bitkinin ya da hayvanın yetiştirilmesine bağlı olmayan ve bunları vahşi hayvan ya da balık avlanması ya da vahşi bitkilerin toplanması ile birleştiren toplumlar).

İlkel insanlarda görülen eşitlikçilik” ile ilgili teraneye gelirsek, birçok antropolog ve ilkelci bunu mükemmel bir şey gibi göstermektedir, fakat bu konuda bazı nüansları ifade etmek gerekir. Yazarlar “agresif eşitlikçilik” dediklerinde “eşitleyici mekanizmalar”iv ya da benzerleriniv kastetmektedirler. Bazı antropologlar bu mekanizmalar sayesinde insanların alçak gönüllülüklerini koruduklarını ve kendilerini başkalarından üstün hissetme ve onlara hükmetme arzularından kurtulduklarını söylemektedirler. Böylece toplumsal hiyerarşilerin ortaya çıkması önlenmekte ve ilkel toplumlar eşitlikçi yapılarını korumaktadırlar.

Fakat bu, (bu durum antropologların iddia ettiği şekli ile gerçekleşse dahi) madalyonun sadece bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzü ise bu “eşitlikçi mekanizmaların” ya da “agresif eşitlikçiliğin,” ön plana çıkan bireyler ya da yalnızca farklı olan ve bazı yetenekleri ya da şahsi psikolojik eğilimleri sebebiyle farklı davranan kişiler üzerinde büyük bir baskı oluşturabileceğidir. Elizabeth Marshall Thomas’ın The Harmless People’da (“The Bushmen in 1989” isimli ön söz, The Second Edition, Vintage Books, Random House, 1989, sayfa 286-287) verdiği örnekteki gibi. Bir grup Buşman, muhtemelen psikolojik bir rahatsızlıktan dolayı farklı (yani toplumsal normlardan farklı) davranan fakat herhangi bir zararı olmayan bir kişiyi sırf bu farklı davranışları hoşlarına gitmediği için öldürmüşlerdir. Thomas’ın örneğinde gördüğümüz kolektif “eşitlikçi” cinayetler gibi aşırı örnekleri bir kenara bıraksak dahi, birini sırf daha iyi avcı, balıkçı, toplayıcı ya da usta diye her seferinde utandırmak, yalnızca bu kişi için değil, grup için de kötü sonuçları olan bir şeydir. Yani, eşitlik ve bu eşitliği sağlayan mekanizmalar bazı kişiler için çok iyi görünen şeyler olabilir, fakat bunları kendi bireyselliklerine, potansiyellerine ve otonomilerine yönelik bir zincir olarak algılayanlar içinse oldukça kötü şeyler olabilir. Dahası, ironik bir şekilde, bu “eşitlikçi mekanizmalar” pratikte sömürü ve istismara ve vasat, hatta aşağı kalitede kişilerin yönetimine ve verimsizliğe sebep olabilir.vi Aynı şekilde, altruist cezalandırma gibi diğer agresif eşitlikçi mekanizmalara da benzer itirazlar getirilebilir. Örneğin, hangi noktaya kadar toplumsal normlar adaletli, doğru, saygı duyulmaya layıktır ve uyulmaması halinde cezayı gerektirir? Hangi noktada, en azından bazı durumlarda, altruist ceza bir yağcılık örneği ya da utanılısı bir linçten başkası değildir? Hangi noktaya kadar bu normlar rakipleri devre dışı bırakmak ve grup içindeki bazı bireylerin (baskıya maruz kalan sözde kurbanlar) diğerleri (baskı yaptıkları iddia edilenler) üzerinde manipülasyon yapmak için sinsi bir şekilde kullandığı araçlar değildir? Grup içinde dayanışma ve eşitlik de bazı şüpheli noktalara, karanlık yanlara ve kötü sonuçlara sahip olabilir. Eşitlik ve altruizmin bu öbür yüzünden solcular (birçok antropolog ve onların takipçileri de dahil olmak üzere) pek bahsetmez. Özet olarak, “agresif eşitlikçilik” zorunlu olarak o kadar da iyi bir şey değildir ve her zaman için iyi işlemez.

· Yazarlarda görülen bir diğer önemli eksiklik “süperorganizma” ve “ultrasosyallik” konusunda kafalarının karışık olmasıdır. Ve bu durum onları reformist olmaya itmektedir. Tekno-endüstriyel sistemi (“süperorganizma” ya da yazarların söylediği şekilde kapitalizm) ortadan kaldırmamız mı gerekiyor yoksa yalnızca ortaya çıkardığı sonuçları (işsizlik, çevresel etkiler, eşitsizlik vb.) düzeltmeye mi çalışmalıyız? Yazarlar bu konuda net değiller. İki seçenek birbiri ile çelişki içinde olsa da ikisini de savunuyorlar. Bu seçeneklerden bir tanesini gerçekleştirmek diğerini bir kenara atmak demektir çünkü bu seçeneklerin ortaya çıkaracağı sonuçlar birbirinin zıddıdır. Sistemin problemlerini (Marksist terminoloji ile “çelişkilerini”) çözmeye çalışarak onu ortadan kaldıramazsınız. Bunu bilmelerine ve farkında olmalarına rağmen reformist eylemleri savunmaya devam etmektedirler. Kendilerini bu kadar karmaşık bir şekilde ifade etmelerinin sebebi bu seçeneklerden bir tanesini seçmenin muhtemelen çelişkili ideolojilerinin bir bölümünden feragat etmeyi zorunlu kılmasından kaynaklanmaktadır (ya objektif ve rasyonel bilimsel düşünceden vazgeçecekler ya da politik doğrucu Marksizm ve solculuktan).

· Yazarların kafa karışıklığı ile ilgili bir diğer örnek, bazı yerlerde teknolojik gelişmeyi eleştiriyor gibi görünmeleri rağmen, teknoloji ile alakası olmayan fenomenlere odaklanan ve dikkatleri teknolojik gelişmenin kendisinden uzaklaştıran sözde bir teknoloji eleştirisi geliştirmeleridir.

Yazarlar (D. F. Noble adı verilen bir uzmandan şevkle yaptıkları bir alıntı ile) teknolojiyi “toplumsal bir süreç” olarak tanımlamaktadırlar. Teknolojiyi yanlış, karmaşık ve saçma bir şekilde tanımlamak teknolojik gelişme ile ilgili herhangi bir ciddi eleştiriyi boşa çıkarmak için en iyi yöntemdir. “Toplumsal süreçler,” bunlar her ne ise, başka şeylerdir, teknoloji ise başka. Teknoloji bir kültürün (normal şartlarda insanların oluşturduğu kültürlerin) belirli görevleri gerçekleştirmek ve belirli hedeflere ulaşmak için geliştirdiği maddi aletler ve araçlardır (ya da bunların oluşturduğu sistemlerdir). Ne fazlası (ne de bundan azı!) Kavramı başka şeylerle (yöntemler, teknikler, “toplumsal süreçler” vb.) karıştırıp karmaşıklaştırmak; suyu bulandırmak, kafa karışıklığına sebep olmak ve dikkatleri geleneksel olarak “teknoloji” dendiğinde anlaşılan şeylerden ve onunla bağlantılı problemlerden uzaklaştırmaktır.

Noble’e göre suç kapitalist zorunluluk dediği şeydedir çünkü onun yüzünden teknolojinin “özgürleştirici” potansiyeli ortaya çıkmamaktadır. Burada ima edilen şey “kapitalist” olmayan bir rejimde yaşamamız halinde modern teknolojinin mükemmel olacağıdır. Fakat Noble ve yazarlar bunu net bir şekilde değil de dolambaçlı yollardan söyledikleri için, bunu yapmadıkları halde modern teknolojiyi eleştiriyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Teknolojinin içkin olarak özgürleştirici olmadığını (burada sanki teknolojiyi eleştirir gibi ve sanki teknoloji iyi bir şey değil diyormuş gibi gözükürler) ve kapitalist bir sistemde kötü sonuçlara yol açabileceğini söylemekteler. Fakat bu laflarla gerçekte söyledikleri şey modern teknolojinin nötr olduğu ve ortaya çıkardığı etkilerin teknolojiyi kimin uyguladığı ve geliştirdiğine bağlı olduğudur. Böylece üstü kapalı bir şekilde modern teknolojiye dönük eleştiriyi bir “kapitalizm” eleştirisine dönüştürmektedirler.

Üstelik, metinde alıntılanan “uzman,” teknoloji ile onun etkilerini ve ortaya çıkardığı toplumsal sonuçları birbirine karıştırmaktadır. “Sebep olmak” ya da “belirli bir sonuç üretmek” ile bu sonuçları üreten şeyin kendisini birbirine karıştırmakta ve sonuçlar ile bu sonuçları üreten fenomeni aynı şeylermiş gibi göstermektedir. Bu, humanist entelektüellerin sıklıkla yaptıkları sayısız mantık hatalarından bir tanesidir. Soyut bir şekilde “düşünmeye” başladıklarında mantıksal disiplini bir kenara iterler ve biraz durup dikkatle üzerinde düşünülmediğinde sezgisel olarak çekici gözüken fakat gerçekte mantıksal temel ve sağlamlıktan yoksun olan fikir sentezleri üretirler.

· Bütün bu yaptıkları hatalara bakınca yazarların evrimsel süreçleri yorumlarken sık yapılan bir yanlışa düşmeleri hiç de şaşırtıcı değil: Gelişmeyi ve evrimi ilerlemeci bir bakış açısından yorumlamak. (Yani evrimin daha ileri giden, daha iyi şeyler ortaya çıkaran bir süreç olduğunu düşünmek). Yazarlar bazı toplumsal organizasyon biçimlerinin daha “üstün” olduğunu söylemekteler. Fakat yapmaları gereken şey bunların gerçekte ne olduklarını söylemektir: Daha kompleks toplumsal organizasyon biçimleri. Meseleleri objektif bir şekilde tasvir etmeleri gerekirken, tasvirlerine değer yargılarını karıştırmaktalar. “Süperorganizmaya” yönelik sözde eleştirilerine rağmen, kolektivist ilerlemeci yanları kendilerini ele veriyor. (Yazarlar için kolektif olan iyidir ve kolektiflik ne kadar artarsa o kadar iyidir). Bu bağlamda yazarlar şunu söylemekteler.

Sistem mekanik evrimsel süreçlerin bir sonucu olmasından dolayı optimal ya da ilerleyen bir sistem değildir. Sistem “doğal” olabilir fakat bu iyi huylu ya da iyi niyetli olduğu anlamına gelmez.

Belki de burada basitçe evrimin (bu bağlamda “Süperorganizmanın” evriminin) değer yargılarından bağımsız bir değişim süreci olduğunu söylüyorlardır. Yani evrimleşen varlıkların değerinde hiçbir değişim olmuyordur. Ya da “evrim,” “ilerleme” ile aynı şey değildir. Yine de, kullandıkları üslup ve her şeyden önce son cümle eğilimlerinin hangi yönde olduğunu göstermektedir. İlerlemeciler (yani ilerleme fikrini savunanlar) sevmedikleri şeyin (bu örnekte “sistem”) ilerlemeci olmadığını söylerler. Ancak sistem en az onlar kadar, belki de onlardan fazla ilerlemecidir. Gerçekte, tekno-endüstriyel sistemin üstyapısının temel direklerinden bir tanesi tam da ilerlemenin (toplumsal ve teknolojik ilerlemenin genel anlamda iyi bir şey olduğuna ve bir ilerleme olduğuna inanmak) varlığına yönelik inançtır. Eğer bu ilerlemecilik değilse Allah bilir nedir.

· İlerlemeci humanistlerin yaptığı tipik hatalardan bir diğeri, bu yazıda da olduğu gibi, toplumsal ve ekolojik problemleri birbirine karıştırmaktır. Yazarlar için işsizlik ve eşitsizlik, örneğin, eko-sistemlerin yok edilmesi ile aynı seviyededir ve ikisi basit bir şekilde ve doğru orantılı olarak birbirine bağlıdır. Gerçekte, bu varsayılan toplumsal problemlere ekolojik problemlerden daha fazla önem atfetmektedirler ve önerdikleri çözümler her zaman için işe yaramaz olduğu gibi ekolojik bağlamda zararlıdır. Toplumsal ve ekolojik problemler, genelde doğrusal bir orantıya sahip olmadıkları gibi, birbirinin zıddı şeylerdir.

· İnsan tarımın genelleşmesi ile ilgili söyledikleri de bir o kadar talihsizdir. Tarımın tarih boyunca insan toplumlarının çoğunluğu tarafından benimsenmesine rağmen insan toplumlarının tamamı tarıma geçmemiştir. Bir kısmı pratik anlamda günümüze kadar avcı-toplayıcı olmaya devam etmiştir.

· İnsan tarımını ultrasosyal böcek türlerinin geliştirdiği bazı benzer davranış biçimleri ile karşılaştırmak ve bu böcek türlerinin kolonilerini medeni insan toplumlarına benzetmek günümüzde oldukça yaygındır. Fakat yazarların da yaptığı gibi, bu karşılaştırmayı yapanlar, benzerlikler olmasına rağmen karşılaştırılan bu türler ve onların davranışları arasında büyük farklar olduğunu atlamaktadırlar. Genelde bu tarz karşılaştırmalar tarım ve tarıma bağlı insan toplumlarını meşrulaştırmak ya da “doğallaştırmak” gibi bir kasta sahiptir.

· Yukarıdakiler ile bağlantılı bir şey eko-sistemlerin karıncılar tarafından “domine” edilmesi ya da “dizayn” edilmesi iddiası ile ilgili de söylenebilir. Toplumsal böceklerin bulundukları eko-sistemlerin bir kısmı üzerindeki etkileri ne kadar büyük olursa olsun, bu türlerin etkisi insan toplumunun global düzeyde eko-sistemler üzerindeki etkisi ile karşılaştırılamaz (özellikle son endüstriyel formunda). Söz konusu türlerin doğası ve maruz kaldıkları koşullar da birbirleri ile karşılaştırılabilir değildir. Örneğin karıncalar ve diğer toplumsal böcekler nüfuslarını kontrol altında tutan avcılara sahiptirler. İnsanlar ise değil. Toplumsal böcekler teknolojiye sahip değilken insanlar gittikçe daha kompleks, ekolojik etkileri gittikçe büyüyen güçlü teknolojiler kullanmaktadırlar.

· Yazarların, insanların istisnai zekaları ve bilinçleri ile ilgili söyledikleri ise humanist ilerlemeci yanlarının bir başka ifadesidir. İnsanların zekaya sahip ve davranışlarını bilinçli bir şekilde kontrol edebilen yegane varlıklar olduğu doğru değildir. Ve insanların zekaları ve otokontrol mekanizmaları sınırsız değildir. Gerçekte bu kapasiteler oldukça kısıtlıdır ve tekno-endüstriyel toplumun, ortaya çıkardığı problemleri çıkarmayacak tarzda işlemesini sağlamak için yeterli değildir.

· Yazarlar makaleyi şöyle bitirmektedirler: “Sistemi aktif bir şekilde kontrol altına alamazsak ve onu insan merkezli amaçlara ve biyofizik sürdürülebilirliğe yönlendiremezsek sistem muhtemelen çökecektir.” Yazarların reformist hedeflerini bir kenara bırakırsak (yukarıda bunları yorumlamıştık), bir kez daha bir makalenin sonunda, makale boyunca söylenenlerle çelişmesine rağmen yanlış umutların ilan edildiğini görüyoruz. Ultrasosyallik bireylerin otonomilerini kaybetmelerine sebep oluyorsa ve uzun vadede gittikçe daha da karmaşıklaşan ve kendi dinamiklerine sahip olan bir topluma boyun eğmek zorunda kalıyorsak sistemin kontrolünü nasıl ele alıp onu başka amaçlara yönlendireceğiz? Genel olarak toplumsal bir sistemin gelişmesini kontrol etmek ve bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yönlendirmek mümkün değildir.

· Son olarak, türler arasında dayanışan örümcekler örneği çok-düzeyli seçilimin ortaya çıkardığı dayanışmanın bir örneği değil, mutualizmin klasik bir örneğidir. Çok-düzeyli seçilim, prensip olarak, türün içindeki (aynı türe mensup bireyler arasındaki) ilişkileri ifade eder. Farklı türe mensup bireyler arasındaki ilişkiler de Darvinci seçilim ve türlerin genetik evrimini etkileyebilir mi? (Ya da onun etkisi altında kalabilir mi?) Mümkündür ve gayet olasıdır; fakat bu, grup seçiliminin şu anda anlaşıldığı düzeyden daha geniş bir kapsamda işlediği farklı bir fenomen olacaktır.


Antroposen’in Ultrasosyal Kökenleri

John Gowdy, Lisi Krall

Özet

İçinde bulunduğumuz jeolojik döneme Antroposen adı verilmiştir—insanların çağı. Bu makalede, Antroposen’in kökeninin 8.000 yıl önce başlayan tarım devriminde yattığını iddia ediyoruz. Uzak avcı-toplayıcı geçmişimizde insan psikolojisi ve kültürünün özel karakteristikleri bulunuyordu; fakat türümünüzün biyolojik etkileri bakımından tarım, benzersiz ve geri döndürülmez etkileri olan evrimsel bir kopuş anlamına gelmiştir. Tarıma geçişle birlikte insan toplumu, toplumsal doğal seçilimin ekonomik artık üretmesi için tasarladığı ve tek bir bütün olarak hareket eden bir süper-organizma gibi davranmaya başlamıştır. Çevresel koşulların izin verdiği yerlerde, erken insan tarım toplumları, birkaç toplumsal böceğin sergilediği özelliklerin aynısını göstermiştir: Patlayan nüfus, karmaşık ve ayrıntılı bir iş bölümü, kaynakların yoğun bir şekilde sömürülmesi, arazi genişlemesi ve süper-grubun hayatta kalması ve büyümesini grup içindeki bireyin refahından daha önemli gören bir toplumsal organizasyon. Benzer ekonomik güçler toplumsal böceklerde ve insanlarda ultrasosyalliğin arkasında yatmaktadır: İş bölümünün getirdiği artan üretkenlik, işleri büyük çapta yapmanın getirdiği artan getiriler ve üretken kaynakların sömürülmesi. Ultrasosyalliğin arkasındaki evrimsel mekanizmaları incelemek dünyadaki yaşamı destekleyen ekolojik sistemlerin sağlığını tehdit eden büyüme zorunluluğunun anlaşılmasına katkı yapacaktır.

“Günümüzde insanlık uyku halinde görülen fantezilerle gerçek dünyanın kaosu arasında sıkışmış bir uyurgezere benzemektedir. Akıl, her şeyi değiştiren o hadisenin tam yerini ve saatini aramakta, fakat bulamamaktadır. Taş Devri duyguları, Orta Çağ kurumları ve tanrısal bir teknolojiyle bir Yıldız Savaşları medeniyeti kurduk. Yolumuzu kaybetmiş bir şekilde oradan oraya savrulup sağı solu dağıtıyoruz. Varoluşumuz ve kendimize ve hayatın geri kalanına yönelik oluşturduğumuz tehdit yüzünden kafamız korkunç bir şekilde karışmış durumda.”

E. O. Wilson, 2012, The Social Conquest of Earth


1. Giriş: Ultrasosyallik ve İnsanoğlunun Laneti

İnsan türü ve gezegenin geri kalanı arasındaki ilişki bağlamında iki soru ön plana çıkmaktadır. İlk soru, insanlığın, dünyanın biyosferinde büyük bir rejim değişikliği tehlikesi oluşturacak ve insan medeniyetini tehdit edecek tarzda dünyanın biyofizik süreçlerini nasıl egemenliği altına aldığıdır? (Barkovsy et al. 2012) İkinci soru, yaklaşan felaket karşısında türümüzün neden uzun dönemde hayatta kalmamızı sağlayacak temel toplumsal dönüşümleri gerçekleştiremediğidir (Mukerjee, 2013)? Bu soruların cevaplarının türümüzün evrimsel tarihinin derinliklerinde yattığını söylüyoruz. İnsan türü olarak, ultrasosyal hale gelen bir avuç türden bir tanesiyiz. Ultrasosyallik, insanla birlikte, yüksek bir toplumsal organizasyon seviyesine erişmiş diğer türleri de kapsayan bir kavramdır. Campbell (1982)’nin ultrasosyallik tanımını kullanıyoruz:

Ultrasosyallik; tam zamanlı iş bölümü, kendileri gıda toplamayan fakat başkaları tarafından beslenen uzmanlaşmış bireyler, gıda kaynakları ve tehlikeler ile ilgili efektif bilgi paylaşımı ve kolektif savunma için kendini feda etmenin bulunduğu, en yüksek derecedeki toplumsal hayvan organizasyonlarını ifade eder. Bu seviyede organizasyona karıncalar, termitler ve bazı arkaik şehir devletlerindeki insan toplumları ulaşmıştır.

Tıpkı tarıma geçiş yapan birkaç sosyal böcek toplumu gibi insan toplumu da amacı ekonomik artık üretmek olan yekpare bir organizma gibi hareket etmeye başlamıştır. Bu değişim ile birlikte, orijinal olarak eusocial hale gelen 13-14 türün arasına katıldık. Bunlar arasında karıncalar ve termitler, özellikle tarım yapmaya başlamalarından sonra, ultrasosyal hale gelmişlerdir (E.O. Wilson, 2012, 136).1 Ultrasosyallik sonunda bize insanlığın faydalandığı medeniyet ve maddi bolluğu getirmiştir fakat insan toplumunun artık-üretim için örgütlenmesi çözemediğimiz iki sorunu da beraberinde getirmiştir: Gezegenin biyofizik kaynaklarının sürdürülemez bir şekilde kullanılması ve günümüzün insan toplumlarının çoğunu karakterize eden toplumsal eşitsizlik. Eko-sistemleri domine etme karakteristiğini diğer sosyal böcekler ile paylaşıyoruz. İkinci karakteristik ise insanlara özgüdür. Ultrasosyalliğin farklı türlerde ortaya çıkışının sebepleri ve sonuçlarının anlaşılması konusunda evrimsel biyologlar büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bu bulgular, içinde bulunduğumuz soruna yönelik anahtar ipuçları sunabilir.

Çoğu jeoloğa göre 300 yıl önce Sanayi Devrimi ile ve arkeologlara göre ise insanın tarıma başlaması ve Holosen ile başlayan (Batter, 2013) içinde bulunduğumuz jeolojik döneme Antroposen ya da insanların çağı adı verilmiştir. Türümüz şu anda dünya gezegenin biyofizik süreçlerini domine etmekte ve dünyadaki geri kalan türlerin evrimsel sürecini etkilemektedir (Barnosky et al., 2012; Steffen et al., 2011). Antroposen çağında insanın Dünya gezegeni üzerindeki etkisi muazzamdır. İnsanlar Dünya üzerindeki memeli kütlesinin %50’sini oluşturmaktadır (yetiştirdiğimiz türler hesaba katılırsa bu oran çok daha büyük olmaktadır). Sanderson et al. (2022)’nin hesaplamasına göre dünya karasal biyosferinin %80’i doğrudan insan etkisi altındadır. Hannah et al. (1994)’ün tahminine göre dünyanın biyo-üretken yüzeyinin %36’sı insanların egemenliği altındadır. Net İlksel Üretim’in küresel çapta insanlar tarafından el konulan miktarı (HANPP – Human Appropriation of Net Primary Production), Vitousek et al. (1997)’nin ortalama senaryodaki tahminlerine göre toplam miktarın %20’sidir. Her halükarda, insanın dünyanın biyo-üretken kapasitesine el koyma oranı artmaktadır. İnsan nüfusu 1960’tan beri neredeyse 3’e katlanmıştır. Son 13 yılda nüfus artışı 1 milyar olmuştur (Habert et. al., 2010’daki HANPP çalışmalarının özetine bakınız). Eko-sistemleri domine etmek sosyal böcekler ile paylaştığımız bir karakteristiktir.

Antroposen çağının öznelliğini anlayabilmek için evrimsel tarihimizi anlamak önemlidir. Özellikle tarıma geçilmesi ile birlikte insan toplumunun evrimi kökünden değişmiştir: Hem insanın insan olmayan dünya ile ilişkisi, hem de insanlar arasındaki ilişkiler bakımından. Başka bir makalede (Gowdy and Krall, 2013) öne sürdüğümüz gibi, tarımla birlikte gelen nüfus patlaması –Neolitik Demografik Dönüşüm– bireylerden oluşan grupların bir süper-organizma olarak faaliyet göstermek üzere ekonomik olarak organize olduğu bir hadise olarak anlaşılabilir. Bu yazıda, insan toplumunun tarımla başlayan ultrasosyal devriminin bizi kaçınılmaz olarak Antroposen’e getirdiğini iddia ediyoruz.

İnsanların zeka ve bireysel davranışlarının bilincinde olmak bakımından eşsiz olduklarının farkındayız. Zeka ve kültür, insanların yeni teknolojiler ve esnek kültürler kullanarak, Pleistosen dönemindeki radikal iklim değişikliğine adapte olmalarını sağlamıştır (Richardson and Boyd, 2005). Benzer şekilde, tarıma geçildikten sonra insan zekası, fosil yakıtlar gibi diğer türlerin kullanamadığı kaynakların yeni teknolojiler ile kullanılmasını sağlamıştır. Ancan insan biricikliğine ve iradesine inancın, insanın toplumsal organizasyonunu sürükleyen evrimsel güçleri görmemizi engellediğini düşünüyoruz. Bu noktayı özellikle vurguluyoruz, çünkü ultrasosyalliğin insan iradesi üzerine getirdiği sınırlar göz ardı edilmiştir. Ultrasosyallik, insan toplumuna, yaklaşmakta olan felakete rağmen rota değiştirmeyi oldukça zor kılan bazı özellikler vermektedir. İnsan iradesinin olmadığını söylemiyoruz, fakat insan iradesin gücünün düşündüğümüzden çok daha az olduğunu söylüyoruz. Bireysel irade, toplumsal irade ile aynı şey değildir ve burada tartıştığımız ikincisidir.

2. Bencil Ekonomik Adam ve Bencil Genlerin Ötesinde: Çok Düzeyli Seçilim (Multi Level Selection – MLS) ve Yeni Sosyobiyoloji

Evrimsel biyoloji, günümüzde, insan doğası ve insan toplumu ile ilgili bilgilerimizi genişleten en önemli alandır. Hayvan davranışı, davranış bilimi ve nöroloji alanında biriken bilimsel kanıtlara rağmen birçok toplum bilimcisinin kendini evrimsel biyolojiden soyutlamaya çalışmaları oldukça ironiktir ve indirgemeci yaklaşımları uzun süredir eleştirenlerin argümanlarını doğrulamaktadır. İşbirliği ve altruizm doğada oldukça yaygındır ve insanlar toplumsal memelilerdir (de Waal, 2009; Frith and Frith, 2010; Waring, 2010). İnsanların; işbirliği, rekabet ve evrimselleşmiş toplumsal normlardan oluşan karmaşık bir sistemde hayatta kaldığına yönelik bilimsel kanıtlar günümüzde oldukça güçlüdür. Waring (2010)’un söylediği gibi, evrimsel kavramlar ekolojik ekonomide büyük bir paya sahiptir. Ancak insan davranışının biyolojik açıklamasına yönelik ön yargılar, insanın karar alma mekanizması ile ilgili teorilerin ve etkili toplumsal politikaların geliştirilmesi üzerinde hala engel oluşturmaktadır (bakınız: Hodgson and Knudson, 2010).

Evrimsel biyolojinin toplumsal bilimler ile ilişkisi iniş çıkışlı ve karmaşık olmuştur. Bir yanda Thomas Malthus’un Darwin ve Wallace’ın doğal seçilim yolu ile evrim teorisine ilham olması gibi fikir alışverişlerinden oluşan zengin bir gelenek vardır. Veblen (1898)’den Chomsky (2005)’e kadar ilerici toplumsal bilimciler evrimsel biyolojiden esinlenmişlerdir. Ancak toplumsal fenomenlerin evrimsel açıklamalarına yönelik bir direnç de vardır. Wilson’ın (1975) 1970 yılındaki sosyobiyoloji ile ilgili orijinal formülasyonu, büyük oranda Hamilton’un (1964) inclusive fitness ya da akraba seçilimi olarak da adlandırılan toplumsal evrim ile ilgili gözlem ve çıkarımlarına dayanmaktadır. (E. O. Wilson, 2012, Chapter 6’daki tartışmaya bakınız). Akraba seçilimine göre altruizm ve işbirliği, yalnızca bir organizma akrabaları tarafından taşınan genlere sahip olduğu için ortaya çıkabilir.2 Sosyobiyolojinin bir parodisini sunan ekonomistler (Becker, 1976; Hirchleifer, 1977)3 ve Dawkins (1978), 1970 yıllarda bencil gen fikrini popülarize etmişlerdir.

1980’ler itibarıyla davranışların bencil bireyciliğe dayandığı ile ilgili argümanlar ekonomistler ve biyologlar arasında yaygınlaşmıştır. Biyologların çoğu, doğal seçilimin bireysel seviyenin üzerinde gerçekleşebileceğine dair her fikri reddetmişlerdir (Dawkins, 1982; Trivers, 1985; Williams, 1985). Benzer şekilde, muhafazakar ekonomistler bireysel davranışın kişisel çıkardan başka bir amacı olabileceği fikrini reddetmişlerdir (Becker, 1976; Hodgson, 2013). Standart ekonomide, insan davranışını anlamanın başlangıç noktası kendi çıkarını düşünen, bencil birey olmuştur—bu anlayış, kültürü ve kolektif davranışı ekonomik alanın dışında bırakır. Birçok ekonomist, kaba bir en iyi olanın hayatta kaldığı fikrini eşit olmayan gelir ve zenginlik dağılımını meşrulaştırmak için kullanmışlardır. Friedman’ın (1954) ekonomik metodoloji üzerine klasik makalesi pazar mekanizması yolu ile optimizasyonun gerçekleştiği “doğal bir yasa”nın varlığını öne sürmüştür. Buna göre en iyi (fittest) şirketler başarılı olup, ön plana çıkarken kötüler (unfit) geride kalırlar (bakınız, D.S. Wilson, 2012). Muhafazakar ekonomistler hala başarısız (unfit) olana yardım etmenin “ahlaki bir problem” olduğunu öne sürmektedirler. Böyle davranmak doğanın yasalarına karşı gelmektir ve toplumun iyiliğine zararlıdır. Biyolojik teorilerin gerici toplumsal politikaları desteklemek için kullanıldığı bir entelektüel tarihin varlığı, sürpriz olmayan bir şekilde, birçok toplum bilimcinin biyolojiye ve özellikle sosyobiyolojiye tepki duymasına yol açmaktadır.

Evrimsel biyoloji bireyin bencil davranışının ve yaşayan sistemlerin bireyci ve aşağıdan yukarıya açıklamasının çok ötesine gitmiştir. Hatta, ana-akım biyolojinin “bencil gen” kavramı etrafında konsolide olduğu zamanlarda, bu kavramı ilk kez gündeme getiren biyologların kendisi “bencil gen” kavramını yeniden sorgulamışlardır (Wilson, 2010; Wilson and Wilson, 2007). Hamilton (1975), Price’ın (1970) çalışmasından etkilenerek çok-düzeyli seçilim (MLS – multi level selection) kavramını benimsemiştir.4 E.O. Wilson’ın eusocial böceklerin evrimi üzerinde yaptığı çalışmalar toplam seçilim değerinin (inclusive fitness) dayanışma açıklamakta yetersiz olduğu sonucuna varmasına sebep olmuştur (E.O. Wilson, 2012; Nowak et al., 2010). Alanda çalışan biyologlar işbirliğinin muhtelif türler arasında oldukça yaygın olduğunu ve işbirliğinin yalnızca akraba seçilimi ile açıklanamayacağını keşfetmişlerdir (Goodnight, 2005; Goodnight and Stevens, 1997; Wilson, 2010). Akraba olmayanlar arasındaki işbirliğinin olağanüstü örnekleri ultrasosyalliğin akrabalık bazlı açıklamalarının sağlamlığı hakkında şüphelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Örneğin, iki ayrı tür örümceğin, akrabaları olmadıkları açık bireylere yoğun bir annelik hizmeti sunmak adına işbirliğinde bulunduğuna yönelik örnekler yakın zamanda ortaya çıkarılmıştır (Grinsted et al., 2012). Johns et al. (2009), akraba olmayan termit kolonilerinin birleştiği ve tek bir birim olarak faaliyet gösterdiği bir örneği belgelemektedir. Dahası, biyologlar genotip-fenotip ayrımının birçok bencil gen savunucusunun düşündüğü gibi katı olmadığını fark etmişlerdir. Farklı ortamlar birbirinden oldukça farklı fenotip dışavurumunun ortaya çıkmasına sebep olabilir. Fenotip elastikiyetinin toplumsal böceklerin evriminin anahtar unsuru olduğu düşünülmektedir (Keller and Ross, 1993).

Hala tartışmalı olsa da, evrimin çok-düzeyli seçilim (MLS – multi level selection) süreci ile harekete geçirildiğine dair bir konsensüs oluşmaktadır (Campbell, 1983; E.O. Wilson, 2012; Goodnight, 2005; Okasha, 2006; van den Bergh and Gowdy, 2009; Wilson, 2010). Wilson (2010), akraba seçilimi ve grup seçiliminin çok-düzeyli seçilim teorisi ile açıklanabileceğine dair ikna edici bir argüman öne sürmektedir. Çok-düzeyli seçilim ve ona bağlı olarak grup seçilimi oldukça karmaşık bir konudur. Okaska’nın tasvir ettiği şekli ile MLS1, bazı özelliklerin (D. S. Wilson’un örneğini kullanmak gerekirse örneğin altruizm), belirli bir gruba mensup organizmaların bireysel evrimsel başarısına zararlı olmasına rağmen nüfus içerisinde yaygınlaşmasını ifade eden bir örnektir. MLS1’in temel mantığı oldukça basittir. Bencil bireyler herhangi bir grup içerisindeki altruistlerin önüne geçmektedir, fakat altruistik gruplar bencil grupların önüne geçmektedir (Wilson and Wilson, 2017). Fakat MLS ve grup seçilimi MLS1’den daha karmaşıktır çünkü grup “kendiliğinden ortaya çıkan bazı özellikler” kümesi ile tanımlanabilir. Yani, seçilim tek bir özellik üzerinde değil, grubu tanımlayan bir özellikler kümesi üzerinde etkili olmaktadır ve grup, grubun varlığı sebebiyle üreme ihtimali daha yüksek olan ve çeşitli özelliklere sahip bireylerin basitçe bir araya gelmesi değildir. Grup, bir bütün olarak varoluşu ile, çeşitli avantajlı karakteristik özelliklere sahiptir. MLS teorisi, organizma seviyesinden aşağıya doğru bencil ve işbirlikçi genlerin ve yukarıya doğru, grup oluşturan koalisyonların evriminin açıklandığı bir şekilde genişletilebilir (Wilson et al. 2013). Wade et al. (2010) akraba ve grup seçilimi modellerinin birbirini dışlamadığını, tam aksine bunların matematiksel anlamda birbirinin eşleniği olduğunu göstermektedir.

MLS teorisi güncel toplumsal bilim alanlarından davranışsal ekonomi, evrimsel psikoloji, nöroloji ve yüksek düzey toplumsal organizasyonları inceleyen disiplinler-arası alanları entegre etmektedir. Bu teorinin, karmaşık ekonomik sistemlerin evriminin açıklanmasına da fayda sağladığını öne sürüyoruz. Başka bir yerde, grup seçiliminin tarıma geçiş ile birlikte yeni bir güç kazandığını iddia etmiştik (Gowdy and Krall, 2013). Bu geçiş ile birlikte olan şey, grup seviyesinde seçilimin bireyler arasındaki kolektif eylem sorununu çözmesinden ibaret değildir. Tarıma geçiş ile birlikte grup, adaptif bir bütün olarak, artık üretmek amacına sahip tamamıyla farklı bir birim (gestalt) haline gelmiştir. Yani grup, tanım itibarıyla, biyo-ekonomik bir evrimsel gücü ifade etmektedir ve insanlarda ultrasosyalliğin evrimini ve dolayısıyla genel olarak karmaşık toplumu ve onun ekolojik sonuçlarını anlamak için merkezi bir role sahiptir. Çok-düzeyli seçilim, insan toplumunun ekolojik ve kültürel co-evrimi ile ilgili literatüre eklenmektedir (Gual and Norgaard, 2010; Smaldino, in press; Waring, 2010; Waring and Richerson, 2011).

Evrimsel davranış özelliklerimizi incelemeye çalışan girişimler doğaldır ki öncelikle en yakın akrabalarımızı, yani büyük insansı maymunları ve diğer primatları incelemiştir (de Waal, 2009). Fakat toplumsal böceklerin evrimi ve organizasyonu da insanın toplumsal evrimi hakkında bize ipuçları sunabilir. Birçok türün bireyleri grup oluşturabilir ve grubun seçilime tabi olmasının genler seviyesinde olması gerekmez. Grup seviyesindeki özellikler de doğal seçilime tabidir ( El-Hani and Emmeche, 2000, Ghiselin, 1974; Martinez and Moya, 2011; Reeve and Hölldobler, 2007). Aynı evrimsel prensipler, birbirlerine akraba olmayan ve farklı çeşitlerde organizmalardan müteşekkil gruplar üzerinde de etkili olmaktadır. İnsan ekonomisinin içsel mantığını ve doğal dünya ile olan ilişkimizi anlamak için, en yakın primat akrabalarımızı anlamak kadar toplumsal böcekleri anlamak da önemlidir.

3. Dünyanın Toplumsal Fethi

Evrimsel biyoloji daha yüksek seviyedeki organizasyona sıçrayışları temsil eden bir dizi nokta olarak anlaşılabilir (Margulis 1998; Smith and Szathmary, 1995; Wilson, 2010; Wilson and Wilson, 2007). Keller (1999:60) şöyle yazmakta: “Evrimsel birimlerdeki büyük dönüşümler bireysel genlerden gen ağlarına, gen ağlarından bakteri benzeri hücrelere, bakteri benzeri hücrelerden organellere sahip ökaryotik hücrelere, hücrelerden çok hücreli organizmalara ve yalnız organizmalardan topluluklara doğrudur.” Üst seviyedeki seçilim süreçleri karmaşıklığın evrimleşmesinde merkezi bir yere sahiptir (Martinez and Moya, 2011). Çok-düzeyli seçilim, grupların evrimini anlamakta bize yardımcı olurken, grup seçiliminin gücünün ultrasosyalliğe geçiş ile birlikte katlandığını anlamak önemlidir. Ultrasosyallik, bireysel özelleşmenin arttığı durumlarda dahi gruplar arası farklılıkların önemini artırmakta, grup-içi farklılıkların önemini ise azaltmaktadır. Ultrasosyallik seviyesine gelmiş türlerde grup bir süper-organizmayı andırmaktadır. E. O. Wilson’a (2012) göre, “dünyanın ultrasosyal (Wilson eusosyal terimini kullanmakta) toplumsal dominasyonu” daha yüksek seviyedeki organizasyonların evrimsel başarısının bir örneğini oluşturmaktadır.

Tarımla birlikte hem insanlarda hem de bazı sosyal böceklerde görülen ultrasosyalliğin sonuçları şunlar olmuştur: (1) Patlayıcı bir nüfus artışı, (2) bulundukları eko-sistemin dominasyonu, (3) doğal kaynakların artık-üretim gerçekleştirmek adına yoğun ve kapsamlı bir şekilde mobilize edilmesi ve (4) grubun başarısını artırmak adına hiyerarşik bir örgütlenme oluşturulması ve bireylerin boyunduruk altına alınması. İnsanların yaygın bir şekilde tarım yapmaya başlaması, eusosyal böceklerce on milyonlarca yıl önce başlatılan örüntüyü takip etmiştir (Diamond, 1998; Gowdy and Krall, 2013; Mueller et al., 1998). Tıpkı insanlığın tarihinde olduğu gibi eusosyal böceklerin tarihinde de tarıma geçilmesi bu türlerin tarihinin dönüm noktası olmuştur.

Böceklerde eusosyallik nadirdir ancak göründüğü örneklerde muazzam başarılıdır. Ortaya çıkışı ile birlikte koloninin rekabetçi yeteneklerini olağanüstü bir şekilde geliştirmekte ve ilgili türlerin bulundukları eko-sistemi domine etmesine sebep olmaktadır. Brezilya yağmur ormanlarında karıncalar ve termitler tüm bir hayvan kütlesinin %30’unu (Hölldobler and Wilson, 2011, 6), böcek biyokütlesinin ise %75’ini oluşturmaktadırlar. Sosyal böcekler –karıncalar, termitler, arılar– dünyadaki böcek türlerinin %2’sini oluşturmalarına rağmen dünyadaki toplam böcek biyokütlesinin %50’sini oluşturmaktadırlar (Höldobler and Wilson, 2009, 4). En karmaşık sosyal böceklerden birisi olan yaprak kesen karıncalar tek bir amaca, tüm bir koloniyi besleyen özel tür bir mantarın beslenmesine adanmış milyonlarca bireyden oluşan büyük şehirlerde yaşamaktadırlar. Tüm bir yaprak kesen karınca toplumu mantar üretmek amacıyla organize olmuştur.5 Karınca tarımı neotropikal bölgede 50 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır (Schlutz and Brady, 2008). İlk tarım yapan karıncalar çeşitli ekinler yetiştirmişlerdir. Bu karıncıların bir türü olan yaprak kesen karıncalar (Attine) görece olarak yakın bir zamanda, 8-12 milyon yıl önce evrimleşmişlerdir ve netropikal bölgenin egemen otçul türü haline gelmişlerdir. Attine karıncaları tek bir çeşit mantar yetiştirirler ve bu mantarı farklı türdeki yaprak, çiçek ve otla beslerler. Schulz ve Brady’e göre ( 2008, 5435): “Bu anahtar evrimsel yenilik yetişkin bir Atta kolonisini kolektif kütle, yaşam süresi ve tüketilen bitki miktarı bakımından büyük bir memeli otoburla eşdeğer kılmaktadır.” Sosyal böcekler, tıpkı insanlar gibi, rakiplerini marjinalliğe itmekte ve kolektif faaliyetleri için diğer türleri kullanarak bulundukları eko-sistemleri domine etmektedirler.

İnsan ve insan-olmayan ultrasosyal dönüşümlerde ortak evrimsel mekanizmaların işlemekte olduğunu söylemiştik (Gowdy and Krall, 2013). İnsanda gerçekleşen dönüşümün ayrıntıları karıncalardan farklı olabilir fakat diğer sosyal böceklerde olduğu gibi doğal seçilimin mekanik kuvvetlerinin itkisi ile oluşmuştur. Hem insanlarda hem sosyal böceklerde tarıma geçişle birlikte “grubun” doğası her bireyin ortak faydası için işbirliğinde bulunan bireylerden, dar bir ekonomik amaca, yani tarımsal fayda üretmeye odaklanan süper-organizma benzeri bir şeye dönüşmüştür. Ultrasosyal türlerde grubun faydası grup içindeki bireylerin faydası ile çok sık olarak çatışma halindedir (Anderson and McShea, 2001; Gowdy and Krall, 2013).

İnsanlarda ultrasosyalliğe yönelik evrimsel sıçramanın kökeni insanların birbirleri ile dayanışmasını sağlayan özel yeteneklerinde yatmaktadır. Pro-sosyal özellikler tarımdan çok önce de insan tecrübesinin bir parçasıydı. İnsanların sosyalleşmesine giden yol Üst Paleolitik’te sosyal beynin evrimleşmesi ile açılmıştı (Frith and Frith, 2010; Sherwood et al., 2008). Dayanışma eğilimimiz birçok açıdan insanlığımızı tanımlayan bir özelliğimizdir (Wexler, 2006). Kan bağımızın olmadığı kişilerle dayanışmanın boyutu bakımından primat akrabalarımızdan oldukça farklıyız (Hill et al., 2011). İnsanların birbirleri ile dayanışma kabiliyeti türümüzü tanımlayan özelliklerin evrimleşmesini sağlamıştır—dil, kültür, teknoloji ve karmaşık toplumsal yapımız. Üst Pleistosen döneminde bu özellikler sanat (70 bin yıldan daha önce; Tollefson, 2012), müzik (en az 30 bin yıl önce; Conrad et al., 2009) ve karmaşık bir teknolojinin (100 bin yıldan daha öncesi; Henshilwood et al., 2011) ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yakın zamanda bazı yazarlar (de Waal, 2009; Nowak and Hightower, 2011; Pagel, 2011) insanların başkaları ile dayanışma eğiliminde olmasının en büyük avantajımız olduğunu ve belki de sürdürülebilir ve adil bir gelecek için tek umut olduğunu haklı bir şekilde ileri sürmüşlerdir. Fakat bu iyimserlik gereğinden fazla abartılma potansiyeline sahiptir. Pagel (2011, 299) şöyle yazmaktadır:

Modern toplumlar, bir zamanlar dünya üzerinde yer kapmak için birbirleri ile rekabet eden küçük kabilelerden oldukça farklıdır. Fakat günümüzün küresel çok-kültürlü dünyasında bu eski zamanlardan kalma psikolojimiz güzel sonuçlar üretmektedir. Türümüzün tarihi, dayanışmanın bitmeyen ihanet ve intikam sarmalından daha karlı olduğunun ortaya çıkması ile dayanışmanın çatışmayı artan bir oranda mağlup ettiği bir süreçtir.

Dayanışmanın erdemlerini vurgulamak bencil gen/ekonomik adam görüşüne kıyasla nüanslara daha fazla dikkat eden bir yaklaşımdır. Fakat içinde bulunduğumuz koşulları gerçekçi bir şekilde analiz etmek istiyorsak insan dayanışmasının karanlık yönünü de anlamak zorundayız. Sosyal böceklerin evrimsel tarihinde olduğu gibi, dayanışma ultrasosyalliğe yönelik bir ön adaptasyondu. Tarım devrimi ile birlikte büyük-ölçekli birkaç hiyerarşik toplum ortaya çıkmış ve bu toplumlar bir süper-organizmanın karakteristik özelliklerine sahip olmuşladır. İnsanların dayanışma eğilimi böylece biyo-ekonomik bir evrimsel güç tarafından koopte edilmiştir. Bu ultrasosyal dönüşüm insanların kendi aralarındaki ve insanın Doğa ile olan ilişkisini yeniden şekillendirmiştir. Tarıma geçiş ile birlikte ortalama insan daha kötü bir duruma düşerken, grup daha iyi bir konuma gelmiştir—bireysel refah, süper-organizmanın sayısal ve maddi başarısı için düşmüştür. Bireysel seçilime odaklanmak ve çok-düzeyli seçilimin ihmal edilmesi, dayanışma eğilimimizin karmaşık ve çok anlamlı tarihini anlamayı zorlaştırmaktadır.

İnsan süperorganizmasının Darvinci seçilim süreçleri tarafından oluşturulmuş, kendi içinde organize, üst seviye bir sistem olduğunu iddia ediyoruz. Attine karınca toplumlarında olduğu gibi, sistem, toplumun maddi yeniden üretiminin sağlanması ve organizasyonundan sorumlu yapısal bir bütün olarak faaliyet gösterir. Bu, kendine referansla tam bir bütün oluşturan ve grubu tanımlayan ekonomik dinamiğe odaklanan bir sistemdir: Tarım toplumları için tarımsal artık üretmek zorunluluğu; günümüz kapitalizmi içinse artık-değer üretmek zorunluluğu. Bu sistem günümüzde de evrimini sürdürmekte ve dünyanın doğal kaynaklarının gittikçe daha fazla miktarını yutmakta ve dünya nüfusunu birleşmiş bir “kozmoloji” altında faaliyet gösteren tek bir üretim sistemi altında organize etmek üzere gücünü konsolide etmektedir (Gowdy et al., 2013; Sahlins, 1996). Sistem mekanik evrimsel süreçlerin bir sonucu olmasından dolayı optimal ya da ilerleyen bir sistem değildir. Sistem “doğal” olabilir fakat bu iyi huylu ya da iyi niyetli olduğu anlamına gelmez.

4. Ultrasosyal Bir Dönüşüm Olarak Neolitik Demografik Geçiş (NDG)

Homo sapiens gezegen üzerinde yaklaşık 200.000 yıl sürdürülebilir olarak yaşamıştır. Birden, 8.000 yıl önce geniş bir şekilde tarıma geçildikten sonraki birkaç bin yıl içinde insan nüfusu NDG ile birlikte bir patlama yaşamıştır (Biraben, 2003; Bocquet-Appel, 2011; Cox et al., 2009). Biraben (2003)’ün tahminine göre dünya nüfusu M.Ö. 50.000 ila M.Ö. 40.000 arasında 1,5 milyon kadardı. M.Ö. 6000 yılında insan nüfusu 4-6 milyona dayanmıştı. Dünya üzerindeki insanların sayısı bir patlama yaparak 2000 yıl önce 250 milyona gelmiştir. Tarımdan sonra gerçekleşen nüfus artışı Homo sapiens’in bundan önceki 200.000 yıllık tarihinde görülmemiş bir şeydir (Biraben, 2003).6

Geniş ölçekli tarıma geçilmesinden önce insanlar yerleşik olmayan toplumlarda avcı-toplayıcılar olarak yaşamışlardır. Avcı-toplayıcı ekonomiler arasında büyük çeşitlilik bulunmasına rağmen (Kelly, 1995), erken dönem tarım medeniyetleri ile karşılaştırıldığında bu toplumlar çevresel açıdan sürdürülebilir, istikrarlı, eşitlikçi ve yaş ve cinsiyeti saymazsak iş bölümü açısından genellikle büyük farklar içermeyen topluluklardı (Bird-David, 1992; Boehm, 1993; Gowdy, 1998).7 “Sürdürülebilir” derken bunun bilinçli bir şekilde gerçekleştirildiğini söylemiyoruz. Ekonomik antropoloji literatürü “konservasyon” ve “sürdürülebilirlik” kavramları arasında bir ayrım yapmaktadır. İlki bilinçli ve maliyetli bir davranışı ifade ederken ikincisi bilinçli olması gerekmeyen sonuçlara atıf yapmaktadır (Alvard, 1998; Hames, 2007; Smith and Wishnie, 2000). Bu yazı boyunca bireysel motivasyonlara değil sonuçlara odaklanıyoruz. Ancak yine de küçük-ölçekli toplumların beleşçiliği ve kolektif kaynakların aşırı kullanımını önlemek için çeşitli norm ve kurumlara sahip olduğunu söylememiz gerekir (Ostrom, 1990).

Kalan birkaç avcı-toplayıcı topluma ve tarihsel kanıtlara bakarak, avcı-toplayıcı toplumların katı bir şekilde uygulanan eşitleyici uygulamalara sahip, agresif düzeyde eşitlikçi toplumlar olduklarını söyleyebiliriz (Boehm 1993; Lee, 1993). Boehm (1993, 239) şöyle yazmakta: “Güvenilir verinin ciddi anlamda kısıtlı olduğunu kabul etmekle beraber, basit toplayıcılar, karmaşık avcı-toplayıcılar, kabile toplumlarında yaşayan insanlar ve benim ilk dönem şeflikler dediğim topluluklarda yaşayan insanlar güçlü eşitlikçi değerlere sahipti. Bu topluluklar aşırı hiyerarşiye karşı aktif bir hoşnutsuzluk sergilemişlerdir ve egemenlik altına girmemek için aktif önlemler almışlardır.” Eşitlikçilik avcı-toplayıcı toplumlarda otomatik gelen bir şey değildir ve kaynakların her zaman eşit dağıtıldığı anlamına da gelmez. Ancak belirli miktarda bireysel otonominin var olduğu anlamına gelir (Kelly, 1995, 296). Ve avcı-toplayıcılarda maddi eşitlikçilik maddi şeylerin üretimine yönelik bir vurgunun olmaması sebebiyle yapısal olarak da teşvik ediliyordu. Bunlardan çıkarılacak en önemli ders, farklı türde avcı-toplayıcı kültürlerin hiyerarşi ve ayrıcalığın tehlikelerini fark etmeleri ve bu bozucu tehlikeleri minimize etmek için bilinçli olarak uğraştıklarıdır.

Yaş ve cinsiyete bağlı olarak belirli düzeyde bir iş bölümü bulunuyordu, fakat bu iş bölümü yoğun üretim biçimleri etrafında organize edilmiş değildi. Avcı-toplayıcılar farklı hayvan ve bitki türlerinin oluşturduğu enerji akımından faydalanarak besleniyorlardı. İnsanların verimli toprakları sömürmeye başlaması ve fotosentez üretimini bitki ve evcilleştirilmiş hayvanları yetiştirerek yönetmeye başlaması ile birlikte avcı-toplayıcı yaşamın gündelik ritmi ve organizasyonu kökünden değişmiştir. Avcı-toplayıcılar temelde kendileri tarafından yönlendirilmeyen bir ekolojik dinamiğin içinde bulunuyorlardı. Dış dünya üzerindeki kontrolleri daha sonra gerçekleşene kıyasla oldukça mütevaziydi ve ekonomik zorunlulukları tamamıyla farklıydı. Artık-üretim ekonomik dinamiklerinin bir parçası değildi. Basit bir şekilde ifade etmek gerekirse avcı-toplayıcı için özel bir ekonomik uğraş yoktu. Sahlins (1968) avcı-toplayıcıları “ekonomik olmayan adam” olarak adlandırmıştır. Ekonomik faaliyetin odağı, artık üretmekten ziyade hayatta kalmak için üretim yapmaktı.

Ekonomik organizasyonda gerçekleşen temel değişimin oldukça derin sonuçları oldu. İlk olarak, tarımla birlikte birçok insan toplumu yoğun kaynak sömürüsü, doğal sınırların aşılması ve çöküşten oluşan bir döngü içerisine girdi (Diamond, 2005; Tainter, 1988). İkinci olarak, ortalama insanın yaşam kalitesi, insan sağlığı ve bireysel otonomi anlamında keskin bir düşüş yaşadı (Cohen and Crane-Kramer, 2007; Diamond, 1997; Lambert, 2009; Manning, 2004; Mummert et al., 2011; Shepard, 1973). Tarım toplumları ile onların avcı-toplayıcı öncüllerinin iskelet kalıntılarını karşılaştıran dünya çapında geniş bir çalışma (Larsen, 2016, 12) şunları ifade etmektedir : “Tarım, devletlerin ortaya çıkması ve medeniyetin gelişmesini sağlayan ekonomik temeli oluşturmuştur, fakat beslenme ve gıda elde etmede gerçekleşen değişim insan topluluklarının çoğunun yaşam kalitesinin son 10 bin yılda düşmesine sebep olmuştur.” Toplayıcılıktan tarıma geçişi araştıran yakın dönemli çalışmaları inceleyen Mummart et al. (2011, 284) şu sonuca varmaktadır: “Tarım, ona eşlik eden nüfus yoğunluğu ve salgın hastalıklar ile birlikte (Avrupa, Afrika, Orta Doğu, Asya, Güney Amerika ve Kuzey Amerika dahil olmak üzere) gezegenin her bölgesinde bulunan toplulukların yaşam kalitesini düşürmüştür. Bu durum, tarıma ne zaman geçildiğinden bağımsız olarak yaşanmıştır.” 1900 gibi geç bir tarihte dahi ortalama ömrün yalnızca 30 sene olduğunu unutmamamız gerekir. Bireysel refahta yaşanan bu düşüş, NDT’nin ultrasosyalliğe dönüşümün bir yansıması olduğu ve bu olaydan sonra “grubun iyiliğinin” ortalama bireyin iyiliği ile aynı anlama gelmediği tezimizle tutarlıdır.

Avcı-toplayıcı topluluklardan farklı olarak tarım yapan toplumlar yalnızca birkaç çeşit ekin üretmek amacıyla toprağı yoğun bir şekilde sömürmek için çabalarını kolektif bir şekilde mobilize etmişlerdir (Diamond, 1997; Fisher-Kowalski et al., 2011; Price and Bar-Yosef, 2011). Tarım yapan toplumlar verimli toprakları sömürerek, fotosentez üretimine daha yoğun bir şekilde ve grubun organize ettiği bir tarzda el koymaya başlamışlardır. Tarım öncesinde de insanlar birbirine bağlıydı fakat bu bağlılık dar bir ekonomik amaç etrafındaki katı bir bağlılık değildi. Belirli bir bölgenin fotosentetik üretiminin avcı-toplayıcılar tarafından kullanılması mütevazi bir seviyedeydi ve bu enerjinin büyük bir kısmını diğer türlere bırakıyorlardı. Yerleşik tarımın gelmesi ile birlikte grubun adaptif bir birim olarak dinamiği başka bir amaç kazanmıştır: Artık-üretime odaklanmış ve bunu sıkıca bağlı bir bütün olarak gerçekleştirmeye başlamıştır. Böylece insan toplumunun kompozisyonu, yapısı ve biyofizik etkisi, tarımla birlikte değişmiştir. Tarımın belirlediği bir düzende çoğu insanın uyanık geçirdiği hayatlarının büyük bir bölümü, amacı tarımsal üretim üretmek olan ekonomik faaliyetlere adanmıştır. Jackson’un (2013, 27) söylediği gibi: “Tarım tarafından basitleştirilen arazi atalarımızı ot, diken, çalı ve alın terinden oluşan bir hayata mahkum etmiştir.”

Biyo-ekonomik dinamik, üreticileri ve sömürücüleri genişlemeye odaklanmış bir dansta birbirine bağlayan ayrıntılı bir şekilde kurgulanmış adaptif bir birimdi. Bu, insan ekolojisi ve ekonomisinde köklü bir değişim anlamına geliyordu. İnsanların birbirleri ile ve insan-olmayan çok çeşitli dünya ile giriştikleri yoğun-olmayan etkileşim ekonomik bir dünya etrafında yoğunlaşmıştır: İnsan toplumsal sistemi, amacı tarımsal artık üretmek olan ve kendi kendini organize eden bir varlığa dönüşmüştür. En başarılı tarım toplulukları yerel eko-sistemleri domine etmekte muvaffak olmuş ve diğer türleri ve kalan avcı-toplayıcı kültürleri marjinalliğe itmiştir. Tarımla birlikte insanın dayanışmaya yönelik eğilimi farklı bir kurumsal, kültürel ve evrimsel bir ifade kazanmıştır. İşbirliğinin organizasyonu farklı bir grup dinamiği çerçevesinde olmaya başlamıştır: Grubu oluşturan bireylerin toplamından daha farklı bir dürtüye sahip bir sistemi ortaya çıkaran ve bireylerin iradesini sınırlayan bir dinamik. Tarıma geçiş yapan birçok insan topluluğundan bazısı; hiyerarşik, muazzam derecede eşitsiz toplumsal sınıflara sahip ve agresif bir şekilde genişlemeye meyilli tarımsal medeniyetlere dönüşmüşlerdir. Tarıma geçişle birlikte bireyler, bizi kendilerine hayran bırakan karıncalardan farklı olmayan bir şekilde, bir süper-organizmanın bileşenleri olarak faaliyet göstermeye başlamışlardır.

Bu dönüşümün hikayesi kısaca şu şekildedir. Hareket halindeki avcı-toplayıcılar tahılların üretimi için çok uygun olan yerlere de gelmişlerdir ve günleri hiç bitmeyen bir çaba ile dolu olmadığı için bu tahılları ekmek ve yetiştirmeyi denemek için zaman bulabilmişlerdir. Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcılar üzerinde yapılan çalışmalar avcı-toplayıcı atalarımızın bol miktarda boş zamana sahip olduğunu göstermektedir (Lee and Devore, 1968; Sahlins, 1968). İklim ısındıkça ve Holosen boyunca daha istikralı hale geldikçe, yaptıkları denemeler birim başına topraktan elde edilen ekin bakımından üretken hale gelmiştir. Ancak bu, harcanan emek başına daha fazla kalori çıktı alınması anlamına gelmemiştir. Yalnızca biyofizik açıdan baktığımızda tarım, insanların kullanabildiği net enerji bakımından köklü bir değişimi ifade etmiştir. Yoğun tarım daha yoğun yerleşim yerlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuş ve hayatı daha yerleşik kılmıştır. Yerleşik hayat nüfus dinamiklerini de değiştirmiştir. Daha yüksek nüfus yoğunluğu avcı-toplayıcı hayat tarzının uygulanabilirliğini azaltmış ve bireyin gruptan bağımsız bir şekilde yaşama kabiliyetlerini sınırlandırmıştır.

Yerleşik hayat birikim yapma fırsatını doğurduğu gibi (çünkü sahip olunan şeyleri taşıma zorunluluğu ortadan kalkmıştır) gıda biriktirmeyi zorunlu hale de getirmiştir. Savunma tarımsal grupların başarısı için esas hale gelmişti ve artan nüfusu besleyebilmek, artan sayıdaki üretici olmayan bireyleri besleyebilmek (savunma işleri ile uğraşan askerler) ve seçili bitki yetiştirmenin sebep olduğu toprak verimliliğindeki düşüşü telafi etmek için büyüme ve genişleme artan ölçüde gerekli hale gelmiştir. Yerleşik tarım ile birlikte bireylerin hayatlarındaki maddi zorunlulukları karşılamak için tarımsal üretime katılmaktan başka çareleri kalmamış ve böylece işbirliği doğrudan ve dolaylı zorlamanın bir aracı haline gelmiştir. İş bölümünün kendisinin savunma ve genişleme zorunluluğunun bir sonucu haline gelmesi ile, kendi kendisini hareket geçiren bir süreç başlamıştır.8

Erken medeniyetlerde iş bölümü daha geniş, katı ve ayrıntılı hale gelmiştir ve tarımsal çıktıyı artırma zorunluluğu daha da güçlenmiştir. İnsanın ultrasosyalliğe yönelik bir ön adaptasyonu olan işbirliği, bireylerin toplumun faaliyetleri içindeki rolleri ile ilgili seçim seçim şanslarının çok az olduğu katı ve hiyerarşik bir şekilde organize edilmiştir. Toplumun işbirliği ile gerçekleştirilen faaliyetleri dar bir kolektif ekonomik amaca odaklanmıştır. Emeğin hem üretken hem sosyal bölüşümünün genişlemesi ile iş köklü bir reorganizasyona uğramıştır.

Sonunda, Neolitik Devrim’in bir sonucu olarak devletli toplumlar ortaya çıkmıştır. Ki aslında bu oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşmiştir ve birbirinden bağımsız bir şekilde ortaya çıkan devletli toplumların yapısı dikkat çekici biçimde birbirine benzer olmuştur (Bowles, 2011; Rindos, 1984). Sanderson (1999, 69) şunları söylemektedir: “Medeniyet ve devletin doğuşunda dünya çapında gözlenen paralellik, devletin kökeni ile ilgili herhangi bir teorinin ilk açıklaması gereken şeydir.” Fakat Neolitik Devrim’in farklı yerlerde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkması ve devletli toplumların hızlı bir şekilde ortaya çıkmasını açıklayan teorilerde evrimsel biyoloji çok nadir büyük bir rol oynamıştır. Antropologlar devletli toplumların ortaya çıkışının en yakın sebepleri olarak nüfus, sulama, çevresel kısıtlar ve kaynak yoğunlaşması gibi faktörlere odaklanmışlardır. Neolitik devrim ve tarım yapan devletli toplumların gelişimi ile ilgili anlayışımızda evrimsel biyolojinin büyük bir rolü olması gerektiğini ve olabileceğini savunuyoruz. Özellikle, tarıma geçişin, biyo-ekonomik bir süreç, ultrasosyal bir dönüşüm olması bakımından. İlk ortaya çıkan devletlerin basit tarım topluluklarından emperyalist imparatorluklara dönüşmesi grup seçilimi tarafından şekillendirilmiştir (Turchin, 2003; Wilson, 1997, 2002). Artık üretmekte en etkili olan, içsel uyumu en yüksek, askeri anlamda en başarılı ve genişleme eğilimi en güçlü olan gruplar diğerlerine galebe çalmıştır. Hiyerarşik dinler, otoriteye bağlılık, paylaşım ve karşılıklılık ile ilgili bürokratik yapılar gibi kültürel mekanizmalar bu toplulukları güçlendirmiştir. Neolitik hayatta kalma mücadelesini kazanan bu erken dönem ultrasosyal toplumların toplumsal karakteristikleri ve inanç sistemleri Antroposen’in tüm potansiyeli ile ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

5. Devletli Toplumlardan Pazar Toplumlarına : Antroposen’in Hazırlanması

Tarım ve devletli toplumların evrimi insan toplumunun biyofizik dinamiğini değiştirmiştir. Bu toplumların genişleme eğilimi ve artık üretme kapasitesi geniş ticaret ağlarının ortaya çıkmasına sebep olmuş ve sıkı bağlara sahip bir maddi dünyayı ortaya çıkarmıştır. Çok başarılı olmalarına rağmen bu toplumların bir çoğu kendi ağırlıkları üzerine çökmüştür (Diamond, 2005; Tainter, 1988; Tainter et al., 2006). Bu toplumların geniş kapsamlı ekolojik etkileri sürdürülemez mahiyette olmuştur ve karmaşıklık seviyelerini idare edecek insan altyapısını destekleme zorunluluğu gittikçe daha da zorlaşmıştır (Wickham, 1984). Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun çöküşü devletli toplumun daha az merkezi bir versiyonu olan feodal toplumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Merkezi devletli toplumlar, tarımsal üretim zorunluluğunun toplumsal düzenin merkezinde olduğu, üreticiler ile el koyucuların yoğun bir tarımsal üretim etrafında birbirine bağlı olduğu, hiyerarşik ve militarist toplumlardır. Tarımla birlikte başlayan biyo-ekonomik evrimsel dinamiğin yeniden organize olması süreci sonunda kapitalizmi ortaya çıkarmıştır. Kapitalizm, insanın ultrasosyal ilerleyişindeki bir devamlılıktır.

Kapitalizmi eleştiren birçok kişi bu iddiadan rahatsız olacaktır çünkü bu üretim biçiminin daha geniş bir evrimsel dinamiğin sonucu olduğunu söyleyen bu iddia kapitalizme belirli düzeyde bir doğallık atfetmektedir. Wood (1999, 7-8) şöyle söylemektedir: “Kapitalizmin öznelliğini ve onu ortaya çıkaran uzun ve acı tarihsel süreci görmezden gelen kapitalizmin doğallığı iddiası, geçmişi anlayabilme kapasitemizi sınırlandırmaktadır. Aynı zamanda gelecek ile ilgili umutlarımız ve beklentilerimizi kısıtlamaktadır. Çünkü kapitalizm tarihin doğal bir sonucu ise onu aşmak hayal edilemez.” Kapitalizmin doğallaştırılması ile ilgili farklı bir yorumumuz var. Üstelik, Wood’un kapitalizmin doğallaştırılmasının “gelecek ile ilgili umut ve beklentilerimizi sınırlandırması” sebebiyle problemli olduğu yönündeki iddiasını kabul etmiyoruz. Tam tersine, mevcut dünya düzenini değiştirmek ile ilgili devasa görev hakkında berrak bir şekilde düşünmek istiyorsak, onu ortaya çıkaran evrimsel itkiyi anlamak ve taktir etmek zorundayız.

Adam Smith; kendi çıkarını koruma, takas ve alım-satım ile ilgili doğal insan eğilimleri sebebiyle kapitalizmin doğal bir düzen olduğunu savunmuştur. Kapitalizme belirli bir doğallık atfetmemize rağmen, Smith’in bu doğallığı yorumlayış biçimine karşı çıkıyoruz. Bizi yüksek derecede entegre, genişlemeci, hiyerarşik ve ekonomik bir amaca odaklanmış sistemlere doğru götüren, grup seçilimi düzeyinde işleyen bir doğal seçileme sahip evrimsel süreçlerin varlığı anlamında kapitalizmin doğal olduğunu savunuyoruz. Bu dinamik bireyselcilik ve takas ile alış-verişe yönelik insan eğiliminden çok, insanın işbirliğine yönelik eğilimi, çeşitli özellikler taşıyan bir grubun ortaya çıkması ve grup seçilimi ile daha bağlantılıdır (Wilson and Gowdy, under review). Smith’i, kapitalizmi toplumun doğal düzeni olarak göstermesi nedeniyle eleştirenler, bu tarz bir sistemin sonunda ortaya çıkmasına sebep olan evrimsel bir yönelim olabileceğini göz ardı etmişlerdir. Örneğin Polanyi (1944, 43) Smith’le bağlantılı olarak şunları söylemiştir: “Adam Smith gibi bir düşünür, toplumdaki iş bölümünün pazarın varlığına bağlı olduğunu söylemiştir. Ya da onun ifade ettiği şekli ile, insanın takas ve alış-verişe yönelik doğal eğilimi sayesinde... Geriye doğru baktığımızda, geçmişin yanlış bir şekilde yorumlanmasının gelecek ile ilgili bu kadar isabetli bir tahmine dönüştüğü görülmemiştir.” Polanyi geçmişteki iş bölümünün pazarın varlığına bağlı olmadığını söylemekte haklıdır. Fakat evrimsel bağlamda baktığımızda, geçmişteki tarım toplumlarında emeğin organize edilme biçiminin onun kapitalizmde organize edilme biçimine önemli şekillerde bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Tarımın başlangıcından beri, artık üretimi, iş bölümünün daha geniş bir biçimini getirmiştir; fakat bu iş bölümü, pazarın varlığına bağlı olmamıştır, bir süperorganizma olarak hareket eden grupla birlikte ortaya çıkmıştır. Pazarın ortaya çıkması ve genişlemesi tarımla birlikte gerçekleşen ultrasosyal dönüşümün daha sonra gerçekleşen bir sonucudur. Sonunda pazar, artık üretme dinamiğini eko-sistemlerin domine edilmesi bakımından daha da ivmelenen bir yola sokmuştur.

Kapitalizmin öznelliği, kapitalizmi tarıma geçişten sonra ortaya çıkan ekonomik sistemlere bağlayan evrimsel dinamikleri Polanyi’nin gözünden kaçırmıştır. Polanyi (1944, 46) tüm pre-kapitalist toplumları bir araya toplamış ve şöyle söylemiştir: “Yakın zamanda gerçekleştirilen tarihsel ve antropolojik araştırmaların en önemli keşfi, insanın ekonomik sisteminin, kural olarak, toplumsal ilişkilerin içerisinde şekillendiğidir.” Kapitalizm ile birlikte ekonomik üretimin organizasyonunun ve üretim ile dağıtım arasındaki bağlantının eski zamanlardaki ile aynı kültürel ve kurumsal tabaka ile organize edilmediği doğrudur. Fakat iş bölümünün ekonomik anlamda bağlantılı olduğu ve daha yoğun bir şekilde yaşandığı, ekonomi çerçevesinde örgütlenmiş bir toplumun varlığı ve içselleştirilmiş bir genişleme zorunluluğu, kapitalizmden önce de vardı. Polanyi ve kapitalizmi çalışan başka birçok kişi, kapitalizmden önce gerçekleşen ekonomik devrimin büyüklüğünü anlayamamaktadırlar. Erken dönem tarım toplumları arasındaki rekabetten doğan dominant kültürlerin başarılı karakteristikleri ortaktır. Bu kültürler iç tutarlılığa sahipti, genişleme eğilimine sahipti ve ekonomik artık üretmekte başarılıydılar. Antroposeni ortaya çıkaran karakteristikler tam da bunlar olmuştur.

Anlamamız gereken şey, zaten yürürlükte olan evrimsel dinamiğin kapitalizm ile birlikte daha da genişlemiş olmasıdır. Kapitalizmin öznelliği ile ilgili bir şeyin açıklığa kavuşturulması gerekir: Kapitalizm bir pazar toplumudur ve bu tarz bir toplum pazarın ekonomik faaliyetlerde merkezi olmadığı bir toplumdan farklıdır. Devletli toplumlar ve feodal toplumlar pazara sahip olmuştur, fakat bunlar pazar toplumları değildir. Polanyi (1944 ,88) bu noktayı vurgulamaktadır: “Bir pazar ekonomisi, yalnızca pazar tarafından kontrol edilen ve yönlendirilen bir ekonomik sistemdir. Ürünlerin üretimi ve dağıtımındaki düzen tamamıyla bu kendi kendini düzenleyen mekanizmaya emanet edilmiştir.” Bir pazar toplumunda pazar, ekonomik sistemi “kontrol eder ve yönlendirir” ve bürokratik kontrol, ilahi hak ve üretim ve dağıtımı organize etmenin diğer biçimlerinin yerine geçer. Ultrasosyal bir sistem olarak pazar toplumunun evrimsel itkisi ve yapısı ondan önce gelen tarım sonrası toplumlar ile aynıdır, fakat pazar toplumu artık üretme dinamiğinin özel bir biçimidir. Hatta, kapitalizm ile birlikte toplumun kurumsal yapısının, tarımın başlangıcından beri hareket halinde olan mekanistik sisteme daha iyi uyduğunu ve onu daha da hızlandırdığını söyleyebiliriz. Pazar ve toplumun üretici kapasitesi beraber genişlemiştir.

Pazar kapitalizmden önce de var olmuştur ve tarımla birlikte gelen ultrasosyal dönüşüm ile ortaya çıkmıştır. Daha önce de söylendiği gibi, artık-üretimin sebebi değil bir sonucudur. Artık üretmek ve genişlemek zorunluluğunun içselleştirildiği bir sistem ticarete yönelik doğal bir eğilime sebep olacaktır. Dünya sistemi literatürü ticaretin genişlemesini ayrıntılı bir şekilde incelemiştir ve 16 ve 17. yüzyıldan önce ortaya çıkan bir dünya sistemi çerçevesinde bu genişlemeyi anlamlandırmıştır (Abu-Lughod, 1988; Frank, 1990; Gills and Frank, 1991). Dünya sistemi literatürü ticaret ve metalaşmayı kapitalizmin ortaya çıkışına bağlarken daha derinlerde yatmakta olan evrimsel dinamiğe bağlamamaktadır. Bu bağlantıyı kurmak, ticaret ve metalaşmanın ve dolayısı ile kapitalizmin de, yerleşik tarım ile başlayan daha köklü bir dünya düzeninin sonucu olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır. Yine de, metalaşma ve ticaretin genişlemesi dünyayı daha önce olmadığı şekilde birbirine bağlamıştır ve kapitalizmi eski bir örüntünün özel bir çeşidi yapan pozitif geri besleme döngüsünü başlatmıştır.

Pazarın ekonomik evrimin yönünü belirli bir doğrultuda yönlendirebilmesi için iş bölümünün ve artık-üretimin yapısının tekrar dizayn edilmesi gerekir. Bu, feodal bağların gevşemesini ve artık-üretim zorunluluğunun yeniden organize edilmesini gerektirmiştir. Bunun tarihi oldukça karmaşıktır, fakat kısaca takip eden şekilde özetlenebilir: Ticaretin yaygınlaşması, tüccar sınıfın genişlemesi ile bu yeniden organizasyonu başlatmıştır. Ticaretin yaygınlaşması, ikili tarım sisteminden daha verimli olan üçlü tarım sistemine geçişin tarımsal üretimi artırmasıyla kolaylaşmıştır. Bu değişim, tarımda çalışmayan daha geniş bir nüfusun beslenmesini mümkün kılmış ve ulaşımı kolaylaştıran atların kullanımını yaygınlaştırmıştır (Hunt, 2003). Robert Heilbroner yükselen tüccar sınıfını “Orta Çağ yaşamının karışımındaki rahatsız edici bir maya” olarak adlandırmıştır (Heilbroner, 1986, 33). Ticaretin kendisi, özellikle denizin ticareti kolaylaştırdığı Venedik gibi bölgelerde olmak üzere, ticari bir dürtü yaratmıştır. Tüccar sınıfının ortaya çıkması şehirlerin kademeli genişlemesine sebep olmuştur. Şehirler, feodal malikanelerden ayrı bir ekonomik birimdir ve şehirlerin yükselişi, şehirle feodal malikane arasındaki bağların ve feodal ilişkilerin kendisinin de paraya endekslenmesi ile birlikte feodal bağların da kopmasına sebep olmuştur.

İngiltere bu açıdan öğreticidir çünkü kapitalist gelişmenin beşiğidir. İngiltere bir ada ulusuydu ve bu sebeple ticaret bağları oldukça güçlüydü. İngiltere’nin herhangi bir limanından içeriye ulaşım kıta Avrupa'sında olduğuna göre çok daha kolaydı. Ticaretin yaygınlaşması ile bağlantılı olan şehirler ve bu şehirlerin içerideki feodal malikaneler ile bağlantısının gelişimi İngiltere’de daha kolay bir şekilde gerçekleşmiştir ve bu şehirler malikanenin ve kırsal yaşamın yapısının aşınmasına sebep olmuştur. Ticaretin yaygınlaşması malikane ilişkilerinin artan ölçüde parasallaşmasına sebep olmuştur ve sonunda kiracı çiftçilerin toprak ve tarımsal işçi kiraladıkları koşulları ortaya çıkarmıştır. Bu durum, tarımsal üretimin artırılması zorunluluğunu güçlendirmiştir çünkü kiracı çiftçiler daha yüksek üretkenlikten faydalanabiliyorlardı. İşçi sınıfının oluşması da hızlanmıştır çünkü canlanan yün pazarı için koyun yetiştirmek üzere araziler kapatılmaya başlanmıştır. Bu durum, insanların toprak ile bağını kopararak kendi kendine yeterliliklerini sona erdirmiş ve tarım dışı işlerde çalışacak bağlantısız ucuz emek gücünün oluşmasını sağlamıştır. Hobsbaum (1962, 31) şunları söylemektedir:

Tarım, sanayileşme çağında gerçekleştireceği üç temel fonksiyonu gerçekleştirmek için zaten hazırdı: Hızlı bir şekilde artan tarım dışı nüfusu beslemek için üretim ve üretkenliğin artırılması, şehirler ve endüstriler için gerekli geniş ve artmakta olan iş gücünü sağlamak, ekonominin daha modern sektörlerinde kullanacak sermayenin birikimini sağlayacak mekanizmanın kurulması.

Elbette kanunlar, özellikle mülkiyet ve toplumun fakirlere yönelik yükümlülükleri konusunda olanlar, toprak ve emeğin tam anlamıyla metalaşmasını sağlamak için değiştirilmişlerdir.

6. Fosil Yakıtlar, Endüstriyel Kapitalizm ve Mevcut Demografik Değişim

Yüzlerce yıl süren görece yavaş büyümeden sonra insan nüfusu ikinci büyük patlamasına, mevcut demografik dönüşüme başlamıştır—1700 yılında 700 milyonun altındaki bir sayıdan günümüzdeki 7 milyara (Biraban, 2003). Tarımın, temel ekonomik faaliyet olmaktan çıkıp toplumun ekonomik faaliyetlerinin içindeki bileşenlerden bir tanesi haline gelmesiyle ve tarımda biriken sermayenin diğer sektörlere taşınmasıyla, ekonomik yaşam tarımsal odağının ötesine taşmıştır. Ticaretin yayılması ile birlikte üretimin reorganizasyonu Sanayi Devrimi’nden önce başlamıştır. Loncalar ve tüccarlar Sanayi Devrimi’nden önce de bulunmaktaydı ve manifaktür Sanayi Devrimi’nin yerleşmesinden önce kırsal alanlarda oldukça yaygındı. Fakat bu sistemler, tekstil üretimi örneğinde görülebileceği gibi artan oranda verimsizlik ve kısıtlar ile maluldü. Daha entegre bir sisteme ihtiyaç vardı. Mekanizasyonun geniş ölçekli kullanımı ve üretim sisteminin daha yalın ve daha pürüzsüz bir şekilde işlemesi için yeterli miktarda enerjinin bulunması zorunluydu. Stefen et al. (2011, 48) şunları söylemektedir:

İnsanlığın Sanayi Devrimi ile geride bıraktığı bir özellik ön plana çıkmaktadır. Bu dünya, artmakta olan enerji dar boğazının egemenliği altında bulunan bir dünyaydı. Birincil enerji kaynakları hem yer hem de büyüklük anlamında oldukça kısıtlıydılar. Bu enerji kaynakları Dünya’nın yüzeyinde gezinen su ve rüzgar ve biyosferde ise bitkiler ve hayvanlardı. Bu enerji kaynaklarının hepsi, son kertede, Güneş’ten gelen enerji akımının bir sonucuydu. Atmosfer ve hidrosferdeki çevrimi sağlayan ve fotosentez için gerekli enerji kaynağını sağlayan Güneş’tir. Bu süreçler kaçınılmaz olarak içsel verimsizliklere sahiptir. Bitkiler Güneş’ten gelen enerjinin %1’den daha az bir kısmını fotosentez için kullanmaktadır ve hayvanlar yedikleri bitkiden o bitkide bulunan enerjinin ancak %10’unu alabilmektedirler. Bu enerji kısıtları insan sayısının ve faaliyetinin büyümesi önünde büyük bir kısıt oluşturuyordu.

İngiltere’de bulunan kömür yatakları olmasaydı ekonomik evrimin izlediği yol ve kapitalizmin gelişme biçimi bir hayli farklı olurdu. Küçük çaplı meta üretiminden daha ileri gidilemeyeceği açıktır. Devasa, ulaşılabilir ve oldukça esnek bir enerji kaynağı olan fosil yakıtlar insanlara sınırsız gibi görünen bir enerji kaynağı sunmuştur.9 Landes (1969, 97) yaşanan dönüşümü ekonomik bağlamda ortaya sermekte ve Sanayi Devrimi’nin ne anlama geldiğini açıklamaktadır:

1800 yılına gelindiğinde Birleşik Krallık yılda 11 milyon ton kömür kullanıyordu. 1830’lara gelindiğinde bu miktar ikiye katlanmıştı. 15 yıl sonra kömür tüketimi tekrar ikiye katlandı ve 1870 yılına gelindiğinde ise 100 milyon ton eşiği aşıyordu. Bu son sayı yaklaşık 850 milyon kalori enerjiye tekabül ediyordu ve 850 milyon yetişkin erkeği bir sene boyunca beslemek için yeterli bir miktardı (o dönemde nüfus 31 milyon civarındaydı).

Landes (1969, 122) ekonominin “hayati organlarının dönüştüğünü” ve “tüm bir sistemin metabolizmasını belirlediğini” söylediğinde Sanayi Devrimi ile birlikte ekonomik toplumda gerçekleşen köklü dönüşümü vurgulamıştır.

Sanayi Devrimi ile birlikte çıktı miktarı genişlemiştir ve üretim yeniden organize edilmiştir. İlk olarak tekstil, madencilik, kimyasallar ve ulaşımda devasa bir büyüme gerçekleşmiştir. Ekonomik yaşamın ritmi makinenin hızı tarafından dikte edildiği için işin organizasyonu değişmiştir. Landes (1969, 43) şu çıkarımı yapıyor: “İşin artık fabrikada, canlı olmayan ve yorulmayan bir ekipmanın dayattığı hızda yapılması gerekiyordu ... Fabrika yeni bir tür hapishane, saat ise yeni bir tür gardiyandı.”

Böylece insan evriminin ultrasosyal itkisi daha yoğun bir dinamik kazanmış ve Antroposen’i başlatmıştır. Özellikle, artık üretme zorunluluğu hem değişen enerji dinamiği hem de değişen grup dinamiği etrafında tekrar düzenlendiği için üretim faaliyeti ve iş bölümü daha da genişletilmiştir. Adaptif bir birim olarak pazar toplumunun avantajı, Hindistan’daki geleneksel pamuk üretimi ile üretimin mekanik olarak organize edildiği Britanya tekstil endüstrisi arasındaki rekabette ortaya çıkmıştır.

Ultrasosyal evrimimiz evrimsel yolunda yeni bir adım atmıştır. Artık üretme zorunluluğu, değişim değeri üretilmesi ve bunu içselleştiren ekonomik hiyerarşide içkin hale gelmiştir. Sermayeyi kontrol edenler bu sürece katılmak zorunda kalmışlardır çünkü hayatta kalmaları buna bağlıydı. Ve üretim faaliyetine katılanların, temel ihtiyaçlarını karşılamak için emek güçlerini satmaktan başka çareleri kalmamıştır. Sistem bu yapı etrafında oldukça katı bir organizasyona bürünmüş ve oldukça üretken ve genişlemeci bir hal almıştır. Emek bölüşümü daha da genişlemiş ve ekonomik aktörlerin birbirleri arasındaki bağlar artmıştır. Bu değişim işbirliğinin kooptasyonunu daha sinsi ve ince bir hale getirmiştir. Süper-organizmanın kurumsal ve kültürel meşruiyetini sağlayan mekanizmalar şahsi karakterini kaybetmiştir. Pazarın görünmez eli ve kurumsal yapısı lordların ve ruhban sınıfının toplumsal rolünün yerine geçmiştir. Sistemin bireysel refah üzerindeki derin etkisini birçok araçtırmacı incelemiştir (Braverman, 1974; Marcuse, 1968 ). Pazar sisteminin mekanik güçleri ve getirdiği birikim zorunluluğu ekonomik topluma katılımı zorunlu kılmıştır. Heilbroner (1968, 37-38) sermayeyi tartıştığı bir bölümde bu sistemin ve onun getirdiği karşılıklı bağımlılığın en iyi tasvirlerinden birini yapmaktadır:

Dolayısı ile sermaye maddi bir şey değil, sürekliliği olan dinamik varoluşunda maddi şeyleri kullanan bir süreçtir. Üstelik sermaye fiziksel bir süreç değil toplumsal bir süreçtir. Sermaye fiziksel biçim alabilir ve almalıdır da. Fakat sermayenin anlaşılması bu maddi objelerin genişleyen bir bütün teşkil ettiğinin anlaşılması ile mümkündür. Bu sürecin merkezinde, sermayenin anlık cisimleşmesi olan para ve metaları elinde tutan sahipler ve sermayenin bu tezahürlerini hayati ihtiyaçlarının bağlı olduğu üretimi devam ettirmek için kullanmak zorunda olanlar arasında gerçekleşen bir toplumsal ilişki bulunmaktadır.

Burada sistem, farklı sınıfları bir bütün içinde birbirine bağlayan, kendine referanslı ve genişleyen bir sistem olarak tasvir edilmiştir. Toplumun merkezi odağı hala ekonomiktir, fakat ekonomik amaç genişletilmiş ve yükseltilmiştir. İnsanın ultrasosyal dönüşümü daha dramatik hale gelmiştir ve bu dönüşümün kurumsal yapısı daha da tamam hale gelmiştir. Ekonomik yaşam daha birbirine bağlı ve mekanik bir hale gelmiştir ve fenotipik farklılık ile kendilerini ifade eden diğer ultrasosyal türlere daha fazla benzemeye başlamıştır. Fakat bizimkisi daha karmaşık bir hikayedir çünkü kültür yaratma kabiliyetimiz daha ayrıntılı ve karmaşık bir ultrasosyal dans ortaya çıkarmıştır. Ekolojik denge ve insan varoluşunun kalitesi ultrasosyal evrimin bu varyantıyla bir kez daha değişmiştir ve bu değişimin biyofizik sonuçları daha da şaşırtıcı olmuştur (Ficher-Kowalski, 1998).

7. Bir Çıkış Noktası Var Mı? Aşağı Yönlü Nedensellik ve Evrimsel Kilitlenme

İnsan kültürü çok-düzeyli seçilimin önemli bir özelliği olan aşağı yönlü nedensellik süreci içerisinde biyoekonomik güçlerle şekillenir (Campbell, 1974; El-Hani and Emmeche, 2000; Martinez and Moya, 2011). Daha yüksek düzeydeki organizasyon, bu daha yüksek organizasyona sahip yapıları ortaya çıkarmak adına daha düşük düzeyde gerçekleşen adaptasyonlara ihtiyaç duyar. Daha aşağı düzeyde olanların daha yüksek seviyedeki yasalara uyması gerekir. Campbell (1974, 180) şunları yazmaktadır:

Doğal seçilimin yüksek düzeydeki organizasyonlarda yaşam ve ölüm üzerinden işlediği durumlarda daha üst düzeydeki seçilim sistemi daha alt düzeydeki olayların ve malzemelerin dağılımını kısmi olarak belirler. Bir hiyerarşinin aşağı düzey seviyelerindeki tüm süreçler üstlerdeki düzeylerin konumları ile sınırlandırılır ve ona uygun şekilde hareket ederler.

Tarıma geçiş, yeni ve farklı bir biyo-ekonomik dinamik etrafında organize olmuş daha yüksek seviyede bir toplamsal organizasyonun ortaya çıkmasına sebep olan güçleri ortaya çıkarmıştır. Aşağı yönlü nedensellikle birlikte üretim sistemleri, teknolojiler, ideolojiler, yasalar ve adetlerden oluşan tüm bir insan ekonomik faaliyeti, kısacası ekonomik toplumun tüm bir kurumsal ve maddi yapısı, yürürlükte olan biyo-ekonomik dinamik etrafında kendisini aşağı yönde belirleyen bir bütün olarak evrimleşmiştir. Bu süreç kapitalizm ile birlikte dramatik bir şekilde genişlemiştir. Teknoloji, aşağı yönlü nedenselliğin nasıl gerçekleştiği ile ilgili iyi bir örnek sunmaktadır. Noble (1977, xxii) şunları söylemektedir:

Teknoloji adı verilen bu toplumsal süreç kendisinin oluşturduğu bir dünyada, basitçe kendisi için var olmaz; toplumun bir bütün olarak gelişiminin önemli bir parçasıdır. Teknolojik gelişme ve onun ima ettiği toplumsal gelişme, şeyler arasındaki mekanik ilişkiler ve doğanın fizik yasaları tarafından belirlendiği kadar, onu bilgilendiren vizyonun genişliği ve bağlı olduğu toplumsal düzenin özel nosyonları tarafından da belirlenir.

“Onu bilgilendiren vizyonun genişliği” gerçekten de biyo-ekonomiktir. Noble (1977, xx) “modern teknolojinin özgürleştirici potansiyelini” haklı bir şekilde sorgulamaktadır. Teknolojinin kapitalizm altında gelişmesinin yeni bir felç edici araçsallık ağı örerek “sessiz, daha sinsi bir dönüşüme” sebep olabileceğini söylemektedir. Tabii ki böylece, süper-organizmanın bütünlüğünü daha da güçlendirecektir.

İçerisinde bulunduğumuz ultrasosyal dönüşüm (küresel kapitalizm) ile ilgili en önemli soru bu üretim biçiminde yer alan çelişkilerin tamamıyla yeni bir sistemi ortaya çıkaracak yeterlilikte bir gerilime mi ulaşacağı, yoksa sistemin ekolojik çöküşün kaçınılmaz hale geleceği bir noktaya doğru gücünü koruyup koruyamayacağıdır. Sistemde şu anda bulunan çelişkilerin oldukça büyük ve derin olduğu konusunda herhangi bir tereddüt yoktur. Küresel kapitalizm yeterli düzeyde istihdam oluşturamamaktadır. ABD’de işsizlik oranı %8 civarında olmaya devam etmektedir. Avrupa’nın bazı ülkelerinde bu oran %25’ler civarındadır. Genişleyen ekonomilerde büyüme oranının emek fazlasını istihdam edebilme kabiliyeti sürdürülemez mahiyettedir. Bunun gerçekleşmesi için Çin ve Hindistan ekonomilerinin her on yılda ikiye katlanmaya devam etmesi gerekmektedir. Ve eşitsizlik ile fakirliğin yapısal tezahürleri dramatik boyutlardadır ve bunlar sistem ile kaçınılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Bunlar basit dağıtım problemleri değildir ve bu şeklide algılanmamalıdırlar. Sisteme özgü yapısal ve sistemik problemlerdir. Sistemin ürettiği işsizlik, eşitsizlik ve fakirlik onun ürettiği büyümenin bunları telafi etme kapasitesinden daha büyüktür ve genişlemenin dinamiği biyofizik sınırlara çarpmaya başladığı için işsizlik, eşitsizlik ve fakirlik problemlerini çözecek yeterlilikte büyümenin gerçekleşme olasılığı oldukça düşüktür ve imkansızı gerçekleştirmek için sınırları daha da zorlamaya çalışacağımız yüksek ihtimaldir (Klitgaard and Krall, 2012). İstihdam, eşitsizlik, fakirlik ve biyofizik sınırlar ile ilgili çok katlı problemlerin haricinde insanlığın kitlesel olarak sisteme bağımlı hale gelmesi gibi bir gerçeklik de söz konusudur. %1’e karşı %99’un olduğu gibi bir düşünce yanıltıcıdır. %99 monolitik değildir ve %99’un içindeki birçok kişi yatırımlarını mevcut düzene yapmıştır ve ondan fayda sağlamaktadır. Ne kadar güvensiz ve kötü olursa olsun kişinin sistemdeki yerinin sarsılacağı korkusu, onu değiştirme isteğinden çok daha güçlüdür.

Mevcut sosyo-ekonomik sistemimizin dünya tarihinde özel bir durum olduğunu ve medeniyetin güzergahının ilerlemeci olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Bilimsel bilgimizin genişliği, görülmemiş teknolojik seviyemiz ve demokratik kurumlarımıza bakarak kendimizi özel görürüz. İnsan iradesinin gücüne inanırız. Evrimsel biyolojiden öğrendiklerimiz, mevcut küresel ekonomik düzenimizin yerleşik tarımın gelişi ile birlikte gerçekleşen evrimsel zıplamanın bir sonucu olduğunu ve küresel kapitalizmle devam ettiğini söylemektedir. Sebepler ve sonuçlar bakımından, bu sıçramayı şekillendiren prensipler eusosyal böcek türlerinin gelişimini şekillendirenler ile benzerdir. Bu bağlamda; zeka, yaratıcılık ve kültürümüze rağmen diğer türlerden ayrı bir noktada değiliz.

İki milyon yıllık insan evrimi bizi dayanışmacı, sempati sahibi, kendini sorgulayan ve yaratıcı kılmıştır. İnsan bireyinin refahı açısından olumlu bir gelişme olan bu evrim, ekonomik ve daha üst seviyede işleyen garip ve nadir evrimsel güçler tarafından koopte edilmiştir. Bu güçler, genişleme dinamiği sebebiyle hiyerarşiye yönelik bir eğilimi olan, birbirine bağlı bir emek bölüşümünün etrafında yapısal bir şekilde organize olmuş bir sistem ortaya çıkarmışlardır. Bu sistemin bir bütün olarak ve çok-düzeyli seçilimin evrimsel bir sonucu olarak anlaşılması gerekir. İnsan ekonomisi ayrıntılı bir bütündür. Doğal seçilimin güçlerinin şekillendirdiği evrimleşmiş bir ultrasosyal varlıktır. Hayatta kalmak için üretmek ihtiyacı, uzun zaman önce, genişleme ve artık üretme zorunluluğu tarafından ikame edilmiştir. Hayatta kalmak ve üremek ile ilgili evrimsel zorunluluk bireyden süper-organizmaya geçmiştir. Bireysel refah ya da insanların dünya üzerindeki biyofizik etkileri bağlamında bakıldığında bu ultrasosyal dönüşümün bir başarı hikayesi olduğu söylenemez. Küreselleşme iktidarını kurmuştur ve dillerin ve kültürlerin beraberinde yok olması grup seçiliminin gücünün bir kanıtıdır. Küresel kapitalizm evrimsel bir avantaja sahipti. İnsan bireyselliğine, kültürlerin bütünlüğüne, onların kendilerini belirleme hakkına ve kendi türümüzün ve bu gezegeni bizimle paylaşan diğer türlerin geleceğine değer veriyorsak ultrasosyalliğin negatif dinamiklerinin farkına varmalı ve onun en kötü yönlerini kontrol altına almalıyız. İnsanlar karınca değildir—sistemin gücüne karşı her zaman direniş olmuştur fakat direnişin, sistemin sistem olmaktan kaynaklanan gücünü fark etmesi gerekir. Sürdürülebilirlik ile ilgili mesele E. O. Wilson’un sözleriyle bizi “kendimiz ve diğer yaşam formları için bir tehlike” haline getiren süper-organizmayı kontrol edip edemeyeceğimiz ile ilgilidir. Evrimsel tarihimiz ile ilgili daha geniş bilginin ortaya çıkardığı rahatsız edici soru, insan iradesinin gücünün karşı karşıya olduğumuz problemi çözmekte yeterli olup olmayacağıdır. Bu güce sahip olduğumuza inanmak isteriz, fakat “Homo sapiens” alçak gönüllüğü ile bilinen bir tür değildir. Belki de, “bu ekonomik sistemi çökmeden önce nasıl kapatabiliriz?” gibi anlaşılması zor ekonomik zorluklarımız üzerinde düşünmek en iyisidir.

Geleceğimiz hakkında iyimser olmak oldukça zordur. Süper-organizmayı demonte edecek bir yol bulamazsak insan toplumu ya çökecek ya da Cesur Yeni Dünya benzeri bir distopyada son bulacaktır. Sistemin mevcut çelişkileri ve sebep olduğu ekolojik problemler sistemde gerçekleşecek köklü bir değişim olmadan efektif bir şekilde çözülemez. Pes edip kenara çekilirsek, evrimin geleceği göremediğini ve bazen çıkmaz sokaklara girdiğini aklımızda bulundurmamız gerekir. Evrimsel bir sistem olan insan ekonomisinin bir öngörüsü yoktur. Çöküşü önleyecek şekilde geleceği göremez ve bir bütün olarak faaliyette bulunmaya devam ettiği sürece mevcut yolunda ilerlemeye devam edecektir.

Mevcut sistemin geçici olarak daha iyi işlemesini sağlayacak şey ile ihtiyacımız olan devrimci değişimi getirecek şey arasında bir fark olduğunu anlayarak işe başlayabiliriz. Bazı örnekler bunu anlamının önemini vurgulayacaktır. Gelirin yeniden dağıtılması sistem içerisindeki eşitsizlikleri azaltmakta ve bazı bireylerin yaşamlarını iyileştirmektedir. Bu, eşitsizlik üreten ve daha sonra bunu çözmek için büyümeye bel bağlayan bir ekonomik sistem problemini çözmeyecektir. Karbon vergileri fosil yakıtların fiyatını artıracak ve belki de gelecekte bu yakıtlar için oluşacak talebi düşürecektir, fakat sürekli olarak genişlemekte olan bir ekonominin ihtiyaç duyacağı enerjiyi sağlamak ile ilgili uzun vadeli problemi çözemeyecektir. Bunu çözebilmek için, maalesef, ihtiyacımız olan her enerjiyi toplamak zorunda kalacağız: Fosil yakıtlar, nükleer ve yenilenebilir enerjiler. Ekonominin yapısına ve işsizlik ve düşen reel maaşlar gibi kronik problemlere baktığımızda, büyümeyi sınırlandıracağı endişesi ile karbon vergileri muhtemelen devreye alınmayacaktır. Enerji pazarının mevcut yapısı düşünüldüğünde, karbon vergileri ve yenilenebilir enerjilere yönelik teşvikler yeni bir enerji ekonomisine doğru sorunsuz bir geçişi mümkün kılmayacaktır. İklim değişikliği ve mevcut enerji dinamiği sistemin yapısal bütünlüğünü bozmadığı sürece, eğer aktif bir şekilde ona son vermezsek, sistem mevcut formunda var olmaya devam edecektir.

Bunun nasıl yapılabileceğine dair herhangi bir plan sunmuyoruz. Ancak böyle bir plana ihtiyacımız olduğuna şüphe yoktur. Ekonomik toplumun evrimsel itkisi ile ilgili daha eleştirel ve ayrıntılı bir değerlendirme geliştirmek ve süper-organizmayı demonte edecek bir plan oluşturmak için ortak bir eforla işe başlayabiliriz. Bu görevin büyüklüğünü idrak etmemiz gerekir. Elimizdeki en iyi zekalar bu konu ile meşgul olmalıdır. Geliştireceğimiz öneri, bilim tarafından belirtilen biyofizik limitleri ve insan-olmayan yaşamı ve insan-olmayan zorunlulukları da projeye dahil ederek, sağlıklı bir insan ekolojisi yaratma hedefini sürekli olarak göz önünde bulundurmalıdır.

Büyük çaplı müdahaleci kamu politikaları süper-organizmayı, yani küresel pazar ekonomisini kontrol altına almak için olmazsa olmazdır. Özel mülkiyet, girişim ve onun getirdikleri yalnızca vergilendirme ve regülasyon yolu ile değil, aynı zamanda ekonominin büyük sektörlerinin doğrudan özel sermayenin kontrolünden alınmasıyla da sınırlandırılmalıdır. Büyük çaplı planlama sürecinde totalitarizm tehlikesine karşı gözü açık olmalıyız. Eşitsizlik ve fakirliği azaltmak ile ilgili politikalar tamamen farklı bir ekonomik zorunluluk etrafında organize edilmelidir. Yeniden dağıtım ve toplumsal refah politikalarının geliştirilmesi olmazsa olmazdır. Fakat bu önlemler büyüme, eşitsizlik ve ekonomik adaletsizliği yeniden üreten bir sistem bağlamında oldukça yetersiz olacaktır. Süper-organizmanın demonte edilmesi yeşil büyüme, yeşil tüketim, yerel tarım, bisiklete binmek ve mevcut ekonomik sistem bağlamında kalındığı müddetçe işçi konseyleri ile dahi başarılamaz. Karşı karşıya olduğumuz problemler bağlamında kişisel erdem yeterli olmayacaktır.

Radikal bir program gibi görünen şeyin mevcut güzergahta devam etmenin getireceği maliyetlerle beraber değerlendirilmesi gerekir. Dünya’nın doğal sistemlerinin ve insanlardan oluşan sistemlerin bir kopma noktasına doğru geldiğine yönelik işaretler birikmektedir. İklim değişikliği (Anderson and Bows, 2008), biyo-çeşitlilik kaybı (Barnosky et al., 2012) ve işsizlik (Bivens, 2011) ile ilgili mevcut gidişin devam ettiğini varsayan senaryoların hepsi potansiyel anlamda felaket bir geleceğe işaret etmektedir. İnsan ultrasosyalliğinin sonuçları açıktır. İnsanların ve doğal dünyanın harcanabilir malzemeler olduğu mekanik ve kendi-kendine organize olan bir sistemin pençesindeyiz. Geleceği öngöremeyen ve dolayısı ile felaketi önleyemeyecek mekanik bir sistem söz konusudur. Sistemi aktif bir şekilde kontrol altına alamazsak ve onu insan merkezli amaçlara ve biyofizik sürdürülebilirliğe yönlendiremezsek sistem muhtemelen çökecektir. Geleceğimiz pek parlak gözükmemektedir.


Makale İçin Notlar

1Biyologlar ve toplumsal bilimciler arasında eusosyal ya da ultrasosyal tanımları ile ilgili bir konsensüs yoktur. Eusosyal terimini, ileri derecede bir kolonyal organizasyona, yüksek derece bir emek bölümüne ve steril ve üreyen kastlar arasında keskin bir ayrıma sahip sosyal böcekleri tanımlamak için kullanıyoruz (Wilson and Hölldobler, 2005, 13368). Termitler muhtemelen tek bir ortak atadan 175 milyon yıl önce evrimleşmiş ilk eusosyal türlerdir. Eusosyal karıncalar da yine tek bir atadan 150 milyon yıl önce evrimleşmişlerdir. Eusosyallik eşek arılarında üç kez, bal arılarında ise dört kez birbirinden bağımsız olarak evrimleşmiştir. Eusosyallik memelilerde bir kez (çıplak kör fare), kın kanatlılarda bir kez ve kabuklularda muhtemelen üç kez ortaya çıkmıştır. E. O. Wilson (2012, 136-37)’deki tartışmaya bakınız.

2 Biyolog J.B.S Haldane’in söylediği gibi, “İki kardeşimi kurtarmak için dereye atlarım fakat bir tanesi için değil. Kuzenlerime gelirsek, yedi tanesi için değil ama sekiz tanesini kurtarmak için dereye atlarım.” (Lehner, 2012, 36).

3 Business Week dergisindeki “Serbest Pazarın Genetik Bir Müdafaası” makalesinde Gary Becker şunları söylemektedir: “Biyo-ekonomi, bireyleri genetik olarak programlandıklarından daha az rekabetçi ve bencil olmaya zorlayan hükumet programlarının başarısızlığa mahkum olduğunu söylemektedir.” (Bakınız, Gowdy et al., 2013).

4 Wilson (2010), Hamilton’un pozisyon değişikliğinin biyologların çoğu tarafından yeterince fark edilmediğini söylemektedir. Hamilton’un makaleleri üzerinde gerçekleştirdiği alıntı analizlerine göre grup seçilimini reddeden 1964 yılındaki ilk formülasyonu, 1975 yılında grup seçilimini kabul eden ikinci formülasyondan 15 kat daha fazla alıntılanmıştır ve 1975 yılındaki makalenin alıntılanma trendi gelecekteki bir artışa işaret etmemektedir.

5 Doğal seçilimin karmaşık toplumsal ve teknolojik yapılar ortaya çıkarmaktaki olağanüstü kabiliyeti Brezilya’daki bir karınca şehrini gösteren takip eden videoda görülebilir: https://www.youtube.com/watch?v=D_TTb15mZx4

6Tarımsal dönüşümün biricikliği ve önemi şaşırtıcı bir şekilde kavranamamaktadır. Bunun sebeplerinden bir tanesi insan nüfusunun artışını gösteren grafiklerin ölçüsü olabilir. Mevcut nüfusu gösteren 7 milyarlık bir ölçüde Tarım Devrimi ile birlikte nüfusun 4 milyondan 200 milyona çıkması oldukça küçük bir değişim olarak gözükmektedir. (Örneğin Nekola et al. 2013’teki Figür 1’e bakınız).

7Avcı-toplayıcı toplumların eşitlikçi ve sürdürülebilir olduğuna yönelik erken dönem (1960 ve 70’ler) konsensüs alternatif perspektifler tarafından sorgulanmıştır (Solway and Lee, 1990; Lee, 1992; Alvard, 1998). Avcı-toplayıcıların genel olarak sürdürülebilir ve eşitlikçi toplumlarda yaşadıkları gerçeğini kabul etmek bazı insanlar için oldukça zordur. Çünkü bu, Batı kozmolojisinin ilerleme anlatısına uymamaktadır (Gowdy, 1998, 1999; Gowdy et al., 2013). “Soylu ilkel” polemiği etrafındaki tartışmanın çoğu tarım öncesi avcı-toplayıcıları, Batılı olmayan tarım toplumlarını ve modern silahlar kullanarak avcılık yapan ve bazı durumlarda bunu egemen toplumlarla ticarette kullanan marjinal halkları birbirine karıştırmaktadır (örnek olarak bakınız: Krech, 1999). Fakat, avcı-toplayıcıların modern insanların eksikliklerini paylaştığından herhangi bir şüphe duymuyoruz.

8Termitler bu durumla benzerlik göstermektedir: “Termitlerin ve atalarının bir dizi ekolojik ve yaşam ile ilgili özellikleri onları eusosyal bir evrime daha yatkın kılmış olabilir. Bu özellikler gıda açısından zengin kapalı habitatlardaki aile bağları, yavaş gelişim, nesillerin birbirleri üzerine gelmesi, monogami, iteroparite, bireylerin yüksek risk içeren dağılımı, doğum yuvalarında kalan bireylerin bu yuvayı miras edinme imkanı ve grup savunması ile ilgili avantajlardır.” (Thorne, 1997)

9 Sosyal böcekler ve fosil yakıtlar arasında ilginç bir bağ bulunmaktadır. Fosil yakıtların büyük çoğunluğu 360-286 milyon yıl önce (ilk eusosyal böceklerden çok önce) Karbonifer döneminde oluşmuştur. 146 milyon yıl öncesinden başlayarak bitkilerin termitler tarafından çözünmesi o zamandan beri fosil yakıt oluşumunun çoğunu önlemiştir.

Sunuş İçin Notlar

i Tüm bunlar, aynı zamanda, üyelerin otonomilerini kaybetmesi ve toplumsal sistemin kendini devam ettirmesi ve gelişmesine adanmış basit birer piyon haline gelmeleri demektir. Bu tarz bir grup seçilim süreci milyonlarca yıl boyunca devam ederse bireyler biyolojik olarak da bu düzene adapte olurlar (yani genetik adaptasyon geliştirirler) ve ultrasosyallik doğalarının bir parçası haline gelir. Eusosyal böceklerin (termitler, karıncalar, arılar vb.) başına gelen budur. Fakat, bu grup seçilimi süreci görece olarak hızlı bir şekilde gerçekleşirse (yeteri kadar zamanın geçmediği durumlarda) toplumsal grubu oluşturan üyelerin genetiğinde anlamlı bir değişim olmaz ve toplumsal sistem kültürel mekanizmalar (ideolojiler, kanunlar, propaganda, toplumsal baskı vb.) yolu ile üyelerinin toplumsal sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi ve kohezyonuna uygun olmayan doğal eğilimlerini bastırarak kendisini devam ettirir. İnsan medeniyetleri bağlamında olan şey tam olarak budur. İnsanlar olarak, belirli bir oranda sosyal bir doğamız olsa da bu sosyallik son birkaç bin yılda ortaya çıkardığımız karmaşık ve büyük ölçekli toplumların kendini devam ettirmesi ve geliştirmesi için yeterli olmaktan oldukça uzaktır. Doğal olarak sosyaliz fakat doğal olarak ultrasosyal değiliz. Ve bu durum büyük problemler yaratmaktadır. Temel olarak özgürlüğün kaybolması ve toplumsal sistemle onun üyelerinin eğilimleri ve ihtiyaçları arasındaki çelişkilerin ortaya çıkardığı toplumsal problemler.

ii Bu yalnızca doğrudan klasik Marksistlerden değil, şu anda grup seçilimini savunan biyologlardan alınmıştır. Ki bunlar da solcu ve kolektivisttir.

iii Tabii ki, yazarlarca savunulan, insanların doğaları gereği herkese karşı fark gözetmeksizin dayanışmacı oldukları iddiası, yine onlar tarafından öne sürülen “süperorganizma” ya da “ultrasosyalliğin” çok-düzeyli seçilim ile ortaya çıktığı iddiası ile çelişmektedir. Çok-düzeyli seçilim tam da, bir grubun üyelerinin dayanışırken kendi grubundaki insanları kayırmaya yönelik doğal eğilimlere sahip olmasına dayanmaktadır. Bu gruplar, üyeleri diğer gruptaki insanlar yerine kendi grubundaki insanlarla dayanışmaya daha meyilli oldukları için, üyeleri herkesle fark gözetmeksizin dayanışan gruplara karşı evrimsel bir avantaja sahip olmuşlardır. Yazarların savunuyor göründükleri gibi, dayanışma, kimle dayanışıldığı önemli olmadan yabancılarla da aynı ve hatta daha yüksek düzeyde olsaydı, farklı gruplar olmazdı ve seçilimin üzerinde işleyeceği bir şey de olmazdı.

iv “Eşitlikçi mekanizmalar” grup içinde “eşitliği” ya da insanların belirli bir düzeyde kalmasını sağlayan az ya da çok agresif veya saldırgan geleneklerdir. Çoğunlukla, herhangi bir sebeple gruptan farklılaşmaya çalışan ya da basitçe farklı davranan kişilerle dalga geçmeyi ya da onları hor görmeyi içeren davranışlardır. Örnek olarak bakınız: https://en.wikipedia.org/wiki/Leveling_mechanism.

Fakat bazı durumlarda oldukça agresif ve şiddet içeren biçimler de alabilir. Örneğin Robert Edgerton (Sick Societies: Challenging the Myth of Primitive Harmony, New York, Free Press, 1992, sayfa 88), avcı-toplayıcıların başkaları üzerinde agresif bir şekilde egemenlik kurmaya çalışanları öldürmeye kadar gittiklerini söylemektedir. Ayrıca, kimi avcı-toplayıcı toplumlarda bazı bireylerin bir şekilde otoriter bir liderlik de tesis edebildiğini söylemektedir. (Yani, bazılarının inanıyor gözüktüğü gibi, avcı-toplayıcı toplumlar her zaman için o kadar da eşitlikçi değildir.

v Örneğin, “agresif eşitlikçilik” olarak adlandırılabilecek bir diğer mekanizma “altruist ceza” olarak adlandırılan şeydir. Bu mekanizmada, grubun toplumsal normlarını ihlal eden kişi grubun kalanı (ya da bir kısmı) tarafından cezalandırılır. Örnek olarak bakınız: https://en.wikipedia.org/wiki/Third-party_punishment

vi Kişi şu şekilde düşünebilir: “Böyle yaptığım için benimle dalga geçeceklerse neden en iyisini yapmak için kendimi zorlayayım? En iyisi başkaları kendini zorlasın, ben de onlarla dalga geçerim ve uğraşlarının meyvelerini benimle paylaşmak zorunda kalırlar.”


Referanslar

Abu-Lughod, J.L., 1988. The shape of the world system in the thirteenth century. Stud. Comp. Int. Dev. 22 (4), 3–24.

Alvard, M., 1998. Evolutionary ecology and resource conservation. Evol. Anthropol. 62–74.

Anderson, K., Bows, A., 2008. Reframing the climate change challenge in light of post-2000 emission trends. Philos. Trans. R. Soc. A 3666, 3863–3882.

Anderson, C., McShea, D., 2001. Individual versus social complexity, with particular reference to ant colonies. Biol. Rev. 76, 211–237.

Balter, M., 2013. Archaeologists say the “Anthropocene” is here—but began long ago. Science 340, 261–262.

Barnosky, A., et al., 2012. Approaching a state shift in earth’s biosphere. Nature 486, 52–58.

Becker, G., 1976. Altruism, egoism and genetic fitness: economics and sociobiology. J. Econ. Lit. 14, 817–826.

Biraben, J.-N., 2003. The rising numbers of humankind. Popul. Soc. 394 (October), 1–4.

Bird-David, N., 1992. Beyond “the original affluent society”: a culturalist reformulation. With CA comment. Curr. Anthropol. 33, 25–47.

Bivens, J., 2011. Failure by Design: The Story Behind America’s Broken Economy. Economic Policy Institute, Cornell University Press, Ithaca and London.

Bocquet-Appel, J.-P., 2011. When the world’s population took off: the springboard of the Neolithic demographic transition. Science 333, 560–561.

Boehm, C., 1993. Egalitarian behavior and reverse dominance hierarchy. Curr. Anthropol. 34, 227–254.

Bowles, S., 2011. Cultivation of cereals by the first farmers was not more productive than foraging. Proc. Natl. Acad. Sci. 108, 4760–4765.

Braverman, H., 1974. Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century. Monthly Review Press, New York and London.

Campbell, D., 1974. Downward causation in hierarchically organized biological systems. In: Ayala, F., Dobzhansky, T. (Eds.), Studies in the Philosophy of Biology: Reduction and Related Problems. MacMillan, Londres.

Campbell, D., 1982. Legal and primary-group social controls. In: Gruter, M., Bohannan, P. (Eds.), Law, Biology and Culture: The Evolution of Law. Bepress, Berkeley, pp .59–171.

Campbell, D., 1983. The two distinct routes beyond kin selection to ultrasociality: implications for the humanities and social sciences. En: Bridgeman, D.L. (Ed.), The Nature of Prosocial Development: Theories and Strategies. Academic Press, New Yorkpp .11–41.

Chomsky, N., 2005. Some simple evo–devo theses: how true might they be forslanguage? Alice V. y David H. Morris Symposium on Language and Communication; The Evolution of Language. Stony Brook University, New York.

Cohen, M., Crane-Kramer, G., 2007. Ancient Health: Skeletal Indicators of Agricultural and Economic Intensification. University of Florida Press, Gainsville.

Conrad, N., Malina, M., Münzel, S., 2009. New flutes document the earliest musical tradition in southwestern Germany. Nature 460, 737–740.

Cox, M., Morales, D., Woerner, A., Sozanski, J., Wall, J.D., et al., 2009. Autosomal resequence data reveal late stone age signals of population expansion in Sub-Saharan African foraging and farming populations. PLoS One 4, e6366.

Dawkins, R., 1976. The Selfish Gene. Oxford University Press, Oxford and New York.

Dawkins, R., 1982. The Extended Phenotype: The Gene as the Unit of Selection. W.H. Free-man, San Francisco.

de Waal, F., 2009. The Age of Empathy. Harmony Books, New York.

Diamond, J., 1997. Guns, Germs and Steel. Norton, New York.33

Diamond, J., 1998. Ants, crops, and history. Science 281, 1974–1975.

Diamond, J., 2005. Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed. Viking, New York.

El-Hani, C.N., Emmeche, C., 2000. On some theoretical grounds for an organism-centered biology: property emergence, supervenience, and downward causation. Theory Biosci. 119, 234–275.

Engel, M., Grimaldi, D., Krishna, K., 2009. Termites (Isoptera: their phylogeny, classification, and rise to ecological dominance). Am. Mus. Novit. 3650, 1–27.

Fischer-Kowalski, M., Haberl, H., 1998. Sustainable development: socio-economic metabolism and colonization of nature. Int. Soc. Sci. J. 158, 573–587.

Fisher-Kowalski, M., Singh, S., Lauk, C., Remesch, A., Ringhofer, L., Grünbühel, C., 2011. Sociometabolic transitions in subsistence communities: Boserup revisited in four comparative case studies. Res. Hum. Ecol. 18, 147–158.

Frank, A.G., 1990. A theoretical introduction to 5000 years of world system history. Review 13, 155–248.

Friedman, M., 1954. The Methodology of Positive Economics. In The Methodology of Positive Economics. University of Chicago Press, Chicago.

Frith, U., Frith, C., 2010. The social brain: allowing humans to boldly go where no other species has been. Philos. Trans. R. Soc. B 365, 165–175.

Ghiselin, M., 1974. A radical solution to the species problem. Syst. Zool. 23, 536–544.

Gills, B.K., Frank, A.G., 1991. 5000 years of world system history: the cumulation of accumulation. In: Chase-Dunn, Christopher, Hall, Thomas D. (Eds.),

Core/Periphery Relations in Precapitalist Worlds. Westview Press, Boulder, CO.

Goodnight, C., 2005. Multilevel selection: the evolution of cooperation in non-kin groups. Popul. Ecol. 47, 3–12.

Goodnight, C., Stevens, L., 1997. Experimental studies of group selection: what do they tell us about group selection in nature? Am. Nat. 150, S59–S79.

Gowdy, J. (Ed.), 1998. Limited Wants, Unlimited Means: A Reader on Hunter-Gatherer Economics and the Environment. Island Press, Washington, DC.

Gowdy, J., 1999. Hunter–gatherers and the mythology of the market. In: Lee, R.B., Daly, R. (Eds.), The Cambridge Encyclopedia of Hunter-Gatherers. Cambridge University Press, New York, p.391–398.

Gowdy, J., Krall, L., 2013. The transition to agriculture and the evolution of human ultrasociality. J. Bioecon.

Gowdy, J., Dollimore, D., Wilson, D.S., Witt, U., 2013. Economic cosmology and the evolutionary challenge. J. Econ. Behav. Organ. S90, S11–S20.

Grinsted, L., Agnarsson, I., Bilde, T., 2012. Subsocial behavior and brood adoption in mixed-species colonies of two theridiid spiders. Naturwissenschaften 99, 1021–1030.

Gual, M.A., Norgaard, R.B., 2010. Bridging ecological and social systems coevolution; a review and proposal. Ecol. Econ. 69, 707–717.

Haberl, H., Erb, K.H., Krausman, F., 2010. Global appropriation of net primary production (HANPP). The Encyclopedia of Earth. (https://www.eoearth.org/article/Global_human_appropriation_of_net_primary_production_(HANPP)).

Hames, R., 2007. The ecologically noble savage debate. Annu. Rev. Anthropol. 36, 177–190.

Hamilton, W. D., 1964. The genetical evolution of social behavior I and II. J. Theor. Biol. 7, 1–16 (and 17–52).

Hamilton, W.D., 1975. Innate social aptitudes in man, an approach from evolutionary genetics. In: Fox, R. (Ed.), Biosocial Anthropology. Malaby Press, Londres, pp .133–155.

Hannah, L., Lohse, D., Hutchinson, C., Carr, J., Lankerani, A., 1994. A preliminary inventory of human disturbance of world ecosystems. Ambio 23, 246–250.

Heilbroner, R.L., 1986. The Nature and Logic of Capitalism. W.W. Norton, New York.

Henshilwood, C.S., d’Errico, F., van Niekerk, K., Coquinot, Y., Jacobs, Z., Lauritzen, S.-E., Menu, M., García-Moreno, R., 2011. A 100,000-year-old ochre-processing workshop at Blombos Cave, South Africa. Science 334, 219–222.

Hill, K., Walker, R., Božičević, M., Elder, J., Headland, T., Hewlett, B., Hurtado, M., Marlowe, F., Wiessner, P., Wood, B., 2011. Co-residence patterns in hunter-gatherer societies show unique human social structure. Science 331, 1286.

Hirshleifer, J., 1977. Economics from a biological viewpoint. J. Law Econ. 20, 1–52.

Hobsbawm, E.J., 1962. The Age of Revolution: Europe 1789–1848. Weidenfeld and Nicolson, Londres.

Hodgson, G., 2013. From Pleasure Machines to Moral Communities: An Evolutionary Economics without Homo economicus. University of Chicago Press, Chicago.

Hodgson, G., Knudson, T., 2010. Darwin’s Conjecture: The Search for General Principles of Social & Economic Evolution. University of Chicago Press, Chicago.

Hölldobler, B., Wilson, E.O., 2009. The Superorganism. W.W. Norton, New York.

Hölldobler, B., Wilson, E.O., 2011. The Leafcutter Ants. W.W. Norton, New York.

Hunt, E.K., 2003. Property and Prophets: The Evolution of Economic Institutions and Ideologies. Updated seventh edition. M.E. Sharpe, Armonk y Londres.

Jackson, W., 2013. Five carbon pools. In: Butler, Tom and Wuerthner, George (Eds.), Energy: Overdevelopment and the Delusion of Endless Growth. Post Carbon Institute.

Johns, P., Howard, K., Breisch, N., Rivera, A., Thorne, B., 2009. Nonrelatives inherit colony resources in a primitive termite. Proc. Natl. Acad. Sci. 106, 17452–17456.

Keller, L. (Ed.), 1999. Levels of Selection in Evolution. Princeton University Press, Princeton, NJ.

Keller, L., Ross, K., 1993. Phenotypic plasticity and “cultural transmission” of alternative social organizations in the fire ant Solenopsis invicta. Behav. Ecol. Sociobiol. 33, 121–129.

Kelly, R., 1995. The Foraging Spectrum: Diversity in Hunter–Gatherer Lifeways. Simthsonian Press, Washington, DC.

Klitgaard, K., Krall, L., 2012. Ecological economics, degrowth, and institutional change. Ecol. Econ. 84, 247–253.

Krech III, S., 1999. The Ecological Indian: Myth and History. W.W. Norton, New York City.

Lambert, P., 2009. Health versus fitness. Curr. Anthropol. 50, 603–608.

Landes, D.S., 1969. The Unbound Prometheus: Technological Change and Industrial Development in Western Europe from 1750 to the Present. Cambridge University Press, London and New York.

Larsen, C.S., 2006. The agricultural revolution as environmental catastrophe: implications for health and lifestyles in the Holocene. Quat. Int. 150, 12–20.

Lee, R., 1992. Art, science, or politics? The crisis in hunter-gatherer studies. Am. Anthropol. New Ser. 94, 31–54.

Lee, R., 1993. The Dobe Ju/’hoansi. Harcourt Brace, Nueva York.

Lee, R., DeVore, I. (Eds.), 1968. Man the Hunter. Aldine, Chicago.

Lehrer, J., 2012. Kin and kind. New Yorker 88 (3), 36–42.

Manning, R., 2004. Against the Grain: How Agriculture Has Highjacked Civilization. North Point Press, New York.

Marcuse, H., 1968. One Dimensional Man: Studies in the Ideology of Advanced Industrial Society. Beacon Press, Boston (1964).

Margulis, L., 1998. Symbiotic Planet. Basic Books, New York.

Martínez, M., Moya, A., 2011. Natural selection and multi-level causation. Philos. Theory Biol. 3, 1–23.

Mueller, U., Rehner, A., Schultz, T., 1998. The evolution of agriculture in ants. Science 218, 2034–2038.

Mukerjee, M., 2013. Apocalypse soon: has civilization passed the environmental point of no return? Scientific American. (https://www.scientificamerican.com/article/apocalypse-soon-has-civilization-passed-the-environmental-point-of-no-return).

Mummert, A., Esche, E., Robinson, J., Armelagos, G., 2011. Stature and robusticity during the agricultural transition: evidence from the bioarchaeological record. Econ. Hum. Biol. 9, 284–301.

Nekola, J., Allen, C., Brown, J., Burger, J., Davidson, A., Fristoe, T., Hamilton, M., Hammond, S., Kodric-Brown, A., Mercado-Silva, N., Okie, J., 2013. The Malthusian–Darwinian dynamic and the trajectory of civilization. Trends Ecol. Evol. 28, 127–130.

Noble, D.F., 1977. America by Design: Science, Technology, and the Rise of Corporate Capitalism. Oxford University Press, Oxford.

Nowak, M., Hightower, R., 2011. Super Cooperators. Free Press, Nueva York.

Nowak, M., Tarnita, C., Wilson, E.O., 2010. The evolution of eusociality. Nature 466, 1057–1062.

Okasha, S., 2006. Evolution and the Levels of Selection. Oxford University Press, Oxford and New York.

Ostrom, E., 1990. Governing the Commons: The Evolution of Institutions for Collective Action. Cambridge University Press, Cambridge, UK.

Pagel, M., 2011. Adapted to culture. Nature 482, 297–299.

Polanyi, K., 1944. The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time. Beacon Press, Boston.

Price, G., 1970. Selection and covariance. Nature 227, 520–521.

Price, D., Bar-Yosef, O., 2011. The origins of agriculture: new data, new ideas. Curr. Anthropol. 52, S163-S174.

Reeve, H.K., Hölldobler, B., 2007. The emergence of a superorganism through intergroup competition. Proc. Natl. Acad. Sci. 104 (23), 9736–9740.

Richerson, P., Boyd, R., 2005. Not By Genes Alone: How Culture Transformed Human Evolution. The University of Chicago Press, Chicago.

Rindos, D., 1984. The Origins of Agriculture: An Evolutionary Perspective. Academic Press, San Diego.

Sahlins, M., 1968. Notes on the original affluent society. En: Lee, R., DeVore, I. (Eds.), Man the Hunter. Aldine Publishing Company, Nueva York, pp .85–89.

Sahlins, M., 1996. The sadness of sweetness: the native anthropology of Western cosmology. Curr. Anthropol. 37, 395–428.

Sanderson, S.K., 1999. Social Transformations: A General Theory of History. Rowman and Littlefield, Lantham, Boulder, Nueva York, Oxford.

Sanderson, E., Jaiteh, M., Levy, M., Redford, K., Wannebo, A., Woolmer, G., 2002. The human footprint and the last of the wild. BioScience 52 (10), 891–904.

Schultz, T., Brady, S., 2008. Major evolutionary transitions in ant agriculture. Proc. Natl. Acad. Sci. 105, 5435–5440.

Shepard, P., 1973. The Tender Carnivore and the Sacred Game. University of Georgia Press, Athens.

Sherwood, C., Subiaul, F., Zadiszki, T., 2008. A natural history of the human mind: tracing evolutionary changes in brain and cognition. J. Anat. 212, 426–454.

Smaldino, P., 2013. The cultural evolution of emergent group-level traits. Behav. Brain Sci. (in press)

Smith, M.J., Szathmáry, E., 1995. The Major Transitions in Evolution. W.H. Freeman, Oxford.

Smith, E.A., Wishnie, M., 2000. Conservation and subsistence in small-scale societies. Annu. Rev. Anthropol. 29, 493–524.47

Solway, J., Lee, R., 1990. Foragers, genuine or spurious: situating the Kalahari San in history. Curr. Anthropol. 31, 109–146.

Steffen, W., Grinevald, J., Crutzen, P., McNeill, J., 2011. The Anthropocene: conceptual and historical perspectives. Philos. Trans. R. Soc. A 369, 842–867.

Tainter, J., 1988. The Collapse of Complex Societies. Cambridge University Press, Cambridge, UK.

Tainter, J., Allen, T., Hoekstra, T., 2006. Energy transformations and post-normal science. Energy 31, 44–58.

Thorne, B., 1997. Evolution of eusociality in termites. Annu. Rev. Ecol. Syst. 28, 27–54.

Tollefson, J., 2012. Human evolution: cultural roots. Nature 482, 290–292.

Trivers, R., 1985. Social Evolution. Benjamin/Cummings, Menlo Park, CA.

Turchin, P., 2003. Historical Dynamics: Why States Rise and Fall. Princeton University Press, Menlo Park, CA.48

van den Bergh, J., Gowdy, J., 2009. A group selection perspective on economic behavior, institutions and organizations. J. Econ. Behav. Organ. 72, 1–20.

Veblen, T., 1898. Why is Economics not an Evolutionary Science? Q. J. Econ. 12, 373–397.

Vitousek, P., Mooney, H., Lubchenco, J., Melillo, J., 1997. Human domination of the earth’s ecosystems. Science 277, 494–499.49

Wade, M., et al., 2010. Multilevel and kin selection in a connected world. Nature 463, E8–E9.

Waring, T., 2010. New evolutionary foundations: theoretical requirements for a science of sustainability. Ecol. Econ. 69, 718–730.

Waring, T., Richerson, P., 2011. Towards unification of the socio-ecological sciences: the value of coupled models. Geografiska Annaler: Serie B. Sociedad sueca para la Antropología y la Geografía.

Wexler, B.E., 2006. Brain and Culture. MIT Press, Cambridge, MA.

Wickham, C., 1984. The other transition: from the ancient world to feudalism. Past Present 103, 3–36.

Williams, G.C., 1985. A defense of reductionism in evolutionary biology. Oxf. Surv. Evol. Biol. 2, 127.

Wilson, E.O., 1975. Sociobiology. Harvard University Press, Cambridge, MA.

Wilson, D.S., 1997. Human groups as units of selection. Science 276, 1816–1817.

Wilson, D.S., 2002. Darwin’s Cathedral. University of Chicago Press, Chicago.

Wilson, D.S., 2010. Truth and Reconciliation for Group Selection. Available at: https://www.researchgate.net/publication/228465713_Truth_and_reconciliation_for_group_selection.

Wilson, D.S., 2012a. A Tale of Two Classics. New Sci.

Wilson, E.O., 2012b. The Social Conquest of Earth. W.W. Norton, New York.

Wilson, D.S., Gowdy, J., 2013. Ultrasociality and the invisible hand (under review).

Wilson, E.O., Hölldobler, B., 2005. Eusociality: origin and consequences. Proc. Natl. Acad. Sci. 102 (38), 13367–13371.

Wilson, D.S., Wilson, E.O., 2007. Rethinking the theoretical foundations of sociobiology. Q. Rev. Biol. 82, 327–348.

Wilson, D.S., Ostrom, E., Cox, M., 2013. Generalizing the core design principles for the efficacy of groups. J. Econ. Behav. Organ. S90, S21–S32.

Wood, E.M., 1999. The Origin of Capitalism. Monthly Review Press, New York.