Sunday, November 12, 2023

Antroposen’in Ultrasosyal Kökenleri


Antroposen’in Ultrasosyal Kökenleri


The Ultrasocial origin of the Anthropocene (Ecological Economics 95 (2013) 137-147) isimli makalenin Karaçam tarafından yapılmış Türkçe çevirisidir. Sunuş yazısı, aynı makale için Naturaleza Indomita tarafından yazılan sunuşun Karaçam tarafından yapılmış Türkçe çevirisidir. Sunuş yazısının orijinali takip eden linktedir : https://www.naturalezaindomita.com/textos/teora-del-desarrollo-social/los-or%C3%ADgenes-ultrasociales-del-antropoceno


Sunuş

Takip eden metni aşağıdaki iki sebepten yayınlamaya karar verdik.

· İnsanlardan oluşan toplumsal sistemlerin nasıl işlediğini, evrimleştiğini ve geliştiğini anlamak için oldukça önemli olan bir konuyu işlemektedir: Grup seçilimi yolu ile Darvinci evrim. Yakın bir zamana kadar Darvinci evrim yalnızca bireysel düzeyde (ya dar anlamda bireysel seçilim ya da akraba seçilimi) işleyen doğal seçilimin yönlendirdiği bir süreç olarak anlaşılmıştır. Yalnızca doğal seçilim yolu ile evrim fenomenini tam anlamayan kafası karışık biyologlar ya da kolektif politik teorilerin ideolojik etkisi altında olan diğer bazı biyologlar, oldukça gerçek dışı ve basit bir şekilde, grup seçiliminin bazı biçimlerini savunmuşlardır. Fakat günümüzde evrimin hem bireysel hem de grup (çok-düzeyli seçilim) bazında işlediğine yönelik bir anlayış güç kazanmaktadır. Birçok durumda bu görüşü savunanlar güçlü bir takım ideolojik ön yargıların etkisi altında gözükseler de, çok-düzeyli seçilim, temel bir biyolojik teori olarak, güçlü bir bilimsel temele sahiptir. Üstelik, yalnızca biyoloji ile sınırlı kalmadan her tür dinamik sisteme uyarlanabilme potansiyeline sahiptir. Yayınladığımız takip eden makale çok-düzeyli seçilim kavramına dayanarak mevcut toplumsal sistemin kökenini ve gelişimini açıklamaktadır. Fakat maalesef, birazdan göreceğimiz gibi, bunu yaparken oldukça güçlü kolektivist eğilimlere savrulmaktadır.

Çok-düzeyli seçilim kavramına göre toplumsal sistemler de evrimsel birimlerdir. Bunun anlamı, bu sistemlerin evrimi incelenirken, toplumlar ya da sosyal gruplar arasındaki ilişkilerle bu toplulukları oluşturan bireyler arasındaki ilişkilere ayrı ayrı bakılması gerektiğidir. Meselelere bu bakış açısından bakıldığında perspektif yeterince değişmekte, daha önce fark edilmemiş süreçler ve dinamikler keşfedilmekte ve daha önce bilinen süreçler, dinamikler ve özellikler, yeni açıklamaların mümkün olduğu ve bu fenomenlerle ile ilgili anlayışı derinleştiren bir şekilde yorumlanabilmektedir.

· Bu söylenenlerle bağlantılı olarak yazarlar, “süper-organizma” ve “ultrasosyal” kavramlarını kullanmaktadırlar. Bu kelimeleri kullanıp kullanmamaktan bağımsız olarak, bu kelimelerin ifade ettiği iki önemli kavram insanlardan oluşan büyük ölçekli ve kompleks (medeniyetler) sistemlerin doğuşu ve işleyişini anlamak için oldukça önemlidir. Özet olarak bu kavramlar, temelde üyelerinin (onları oluşturan bireyler ya da alt gruplar) doğal sosyal eğilimlerinden doğmalarına rağmen, doğal seçilimin etkisi ile bu bireysel ya da alt grupla alakalı eğilimlerin çok ötesinde kendi kendilerini devam ettirme, geliştirme, genişletme ve dayatma eğilimi kazanan toplumsal sistemlere atıf yapmaktadır. Bu toplumsal sistemler, üyelerinin pro-sosyal eğilimleri sayesinde diğer toplumsal sistemlere karşı rekabetçi bir avantaj kazanmaktadırlar.i

Metinden çıkarılabilecek bu iki fikir, toplumsal sistemlerin işleyişi ve geniş ölçekte evrimleşmesinin daha iyi anlaşılması açısından faydalıdır. Fakat daha öncesinde söylediğimiz gibi yazarlar ciddi bir ideolojik ön yargıya sahiptir ve bu durum bu iki kavramdan çıkarılabilecek ve çıkarılması gereken sonuçları çıkarmalarını engellemektedir. Aynı zamanda bu ön yargı bazı ciddi yanlışlar yapmalarına ve doğru olmayan bazı varsayımlarda bulunmalarına sebep olmaktadır. Yazarların bu metinde yaptığı başka bazı yanlışlar tartışmayı epey uzatacaktır. Burada bu yanlışların en büyüklerine değiniyoruz.

· Verdikleri referanslar ve kullandıkları kelimelere bakıldığında yazarların küçülme ekolüne ya da “ekolojik ekonomi”ye yakın oldukları söylenebilir. Bu akımlar hemen hemen her zaman politik olarak sola yakındır ve her şeyden önce fikirlerinin ve ekonomik ve tarihsel analizlerinin çoğunda güçlü bir şekilde Marksizmden etkilenmiştir. Yazarların kullandıkları terim ve ifadelerin bazıları (“artık-değer”den “kapitalizm”e – bu ifadeyi belirli bir ekonomik sistemi ifade etmek için değil genel olarak modern endüstriyel sistemi ifade etmek için kullanırlar – ve oradan “ekonomik toplum,” “ekonomik adam” ve sömürücülere kadar) doğrudan Marksizmden alınmıştır. Aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız ilkel insanları idealize etmeleri de Marksizmden alınmıştır. “İlkel komünizm” teorisinin modernize edilmiş bir versiyonundan başkası değildir.

Kabul ettikleri insan doğası nosyonları da sosyalist soldan alınmıştır. İnsanların dayanışmaya yönelik doğal bir eğilimleri olduğunu ve bu eğilimin yabancılarla dayanışmayı da kapsadığını söylemekteler. Söylediklerinden anlaşılan, dayanışmaya yönelik bu eğilimin kiminle ne için dayanışıldığından bağımsız ve genel olduğudur. Yani insanlar, doğaları gereği ayrım yapmadan altruist ya da pro-sosyaldir.ii Fakat bu doğru değildir. İnsanların, doğal olarak ve kendiliğinden, herkesle aynı şekilde dayanışmak, özdeşlik kurmak, empati yapmak ve paylaşmak gibi bir eğilimi yoktur. Tanımadığımız insanlarla doğal bir şekilde dayanışma eğilimimiz akrabalarımız, arkadaşlarımız ve hatta komşularımız ve öznel bir şekilde kendimize yakın hissettiğimiz kişilerle dayanışma eğilimimizden çok daha düşüktür. Tabii ki yazarlar, parazitliğe yönelik oldukça sık görülen doğal insan eğilimi hakkında hiçbir şey söylememektedirler: İstismar etmek, başkalarının zararı pahasına onlardan fayda sağlamaya çalışmak, davranışlarının başkaları üzerindeki etkisini önemsememek, rekabet etmek ve dövüşmek, bazı insan gruplarını düşman olarak belleyip onlardan nefret etmek ve onlara zarar vermek. Ayrıca, altruist olmayan bu davranış türlerinin yabancılara yönelik daha yoğun bir şekilde sergilendiğini de söylememektedirler. Yazarlar insan doğasının altruist ve kolektivist yönlerini vurgularken meseleyi dengeli bir şekilde değerlendirmemektedirler. Aynı şekilde, onlara göre evrensel ve oldukça güçlü olan dayanışma eğilimine uymayan özelliklerden bahsetmemekteler.iii Yazarların Marksizmden devraldıkları bir başka özellik ekonomizmdir. Yani, toplumsal dinamiklerle ilgili her şeyi ekonomik süreçlere ya da ekonomik alt-sistemlere indirgeme eğilimindedirler. Marksistlerin çoğunda olduğu gibi, yazarlar için de her şey “ekonomi” gibidir. Örneğin, modern endüstriyel topluma “kapitalizm” ya da kapitalist sistem adını verdiklerinde bütün bir sosyokültürel sistemin tamamını, onun yalnızca bazı ekonomik boyutlarına ya da ekonomik alt-sistemlerine indirgemektedirler. Ya da bu alt-sistemlere çok fazla önem atfederken sosyokültürel sistemin teknolojik, demografik ya da eko-sistemle ilgili yanlarını yeteri kadar vurgulamamaktadırlar.

Dahası, yazarlar, “iyi” birer Marksist olarak, modern toplumun bir pazar toplumu/ekonomisi olduğuna, yani serbest pazara sahip bir kapitalizm olduğuna inanmaktadırlar. Bundan anlaşılan şey herhangi bir dış müdahale (yani devlet müdahalesi) olmadan talep ve arz süreçleri ile kendi kendini idare eden bir ekonomi ise gerçekte serbest pazar toplumunun ya da kapitalizmin var olmadığını dikkate almak gerekir. Çünkü (yasalar, düzenlemeler, vergiler, sübvansiyonlar ya da başka müdahaleler yolu ile) ekonomiye yönelik her zaman için az ya da çok bir müdahale söz konusudur. Hiçbir modern toplum gerçek anlamda kapitalist değildir, topyekun bir pazar toplumu değildir.

Yazarların yaptığı ve Marksizmden kaynaklanan (daha açık olmak gerekirse sınıf savaşı teorisinden kaynaklanan) bir diğer yanlış tarımla birlikte yalnızca “ortalama bireyin” şartlarının kötüleştiği “üst sınıfların” (yani toplumsal sistemi yöneten elitlerin) ise şartlarının iyileştiğidir. Burada yazarlar “yaşam kalitesi” (yaşanılan çevrenin ve yaşam koşullarının insan doğasının otonom ifadesine ne kadar uygun olup olmadığı) ile “yaşam standardı” (alım gücü, hizmet ve ürünlere erişim, sosyoekonomik düzey, okuryazarlık oranı vb.) kavramlarını birbirine karıştırmaktadırlar. Gerçekte bu iki kavramın birbiri ile alakası yoktur, hatta birbirlerinin karşıtı oldukları dahi söylenebilir. “Üst sınıfların” yaşam standardı ortalama olarak “alt sınıflardan” daha yüksektir ve tarih boyunca “alt sınıflara” göre daha fazla artmıştır. Fakat bu iki grubun “yaşam kaliteleri” artmamıştır, hatta yaşam koşullarının doğamızın adapte olduğu şartlardan uzaklaşması ile daha da düşmüştür. Sorulması gereken soru şudur: Medeniyet tarihinin temel toplumsal problemi nedir? Genel olarak “zenginlerin” daha zengin olması (ve bazılarına göre fakirlerin daha da fakirleşmesi) mi yoksa “yaşam kalitesinin” gerçekte herkes için düşmesi mi?

· Yazarların avcı-toplayıcıları idealize etmelerine gelirsek, oldukça açık bir onaylama ile kompleks avcı-toplayıcı toplumlar da dahil olmak üzere avcı-toplayıcı toplumların agresif bir şekilde eşitlikçi olduklarını söylemekteler. Yazarlara göre bu toplumlar artık-üretim yapmazlar, genişlemezler vb. çünkü bu özellikler tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Fakat tarım ve medeniyet hiç yoktan ortaya çıkmamışlardır. Tarımdan önce avcı-toplayıcı toplumlar genişlemişler ve bulundukları çevrenin taşıma kapasitesine ulaşmışlardır. Ve en azından bazıları (özellikle yerleşik ya da kompleks olanlar) tarım toplumlarının ultrasosyallik ile elde edecekleri birçok özelliğe sahip olmuşlardır: Yerleşik olmak, nüfusun artması, artık-üretim, gelişmiş toplumsal hiyerarşiler, genişleme vb. Aksi taktirde tarım toplumları hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Yazarların, kendilerinin de referans olarak aldıkları avcı-toplayıcıları idealize eden antropologlara yöneltilen eleştirilere cevabı, bu eleştirileri yapanların “ilerleme anlatısının” sunduğundan farklı değerleri ya da yaşam biçimlerini hayal edemedikleridir. Bu bahanenin oldukça gülünç, ucuz ve hatta acınası olduğunu söylememiz gerekir. Bazı revizyonist antropologların ilkel toplumlar ile ilgili kötü bir imaj oluşturmaya çalıştıkları (en azından modern toplumun değerleri ile görülüp yorumlandıklarında) doğrudur. Ve muhtemelen bunu ideolojik sebeplerle yapmaktadırlar. Fakat ilkel toplumların (solcu ya da politik doğrucu perspektiften) idealize edilmesini kabul etmeyenlerin ve bu toplumları eleştirenlerin hepsinin, ilkel yaşamı tamamıyla asosyal/antisosyal ve kötü olarak gören ilerleme, otoriterlik, “kapitalizm,” modern toplum ve medeniyet yanlıları ve “ilerleme anlatısı” ile beyni yıkanmış “Hobbescular” olmadıkları açıktır.

Ayrıca yazarlar “avcı-toplayıcıların hiçbir özel ekonomik uğraşa sahip olmadıklarını” düşünmektedirler. Çünkü, yazarlara göre, artık-değer biriktirmemektedirler. Buna kanıt olarak öne sürülen, gerçek olduğu oldukça şüpheli (yukarıya bakınız) olan tarım toplumlarının aksine avcı-toplayıcıların hiçbir zaman artık-değer biriktirmediği iddiasını kabul etsek dahi, bunun “belirli ekonomik amaçlara sahip olmamak” ile bir alakası yoktur. Bu iki fenomen birbirinden farklı şeylerdir. Besin ve diğer maddi ihtiyaçları elde etmek (avcı-toplayıcılar da dahil olmak üzere her toplumda) yeterince somut ve açık (“belirli”) bir ekonomik faaliyet ya da amaçtır. Her toplumda olduğu gibi avcı-toplayıcılarda da ekonomi insan faaliyetinin temel bir unsuruydu ve büyük oranda kültürün diğer yönlerini belirliyordu. Çünkü gıda ve diğer gerekli kaynakları elde etmek ekonomidir. Burada gördüğümüz şey Marksistler için ekonominin yalnızca “kapitalizm” ya da (artık-değer biriktirmek gibi) sevmedikleri şeyler olmasıdır. Marksizm için artı-değer biriktirmek her şeyin açıklamasıdır, kötülüğün kökenidir. Ve Marksistlere göre bu tarım ile başlamıştır. Fakat yanılıyorlar. Yazarların bu konuda söyledikleri tek doğru (ki o da tam olarak doğru değildir) avcı-toplayıcı toplumlarda ekonominin, yalnızca bir ya da birkaç bitki ve hayvan türünün üretilip, tüketilmesine bağlı olmaması anlamında daha çeşitli olduğudur. Ancak bu da her durum için geçerli değildir. Örneğin avcı-toplayıcılık ile görece olarak çeşitli olan tarımı birleştiren ekonomiler bulunmaktadır (yalnızca tek bir tür bitkinin ya da hayvanın yetiştirilmesine bağlı olmayan ve bunları vahşi hayvan ya da balık avlanması ya da vahşi bitkilerin toplanması ile birleştiren toplumlar).

İlkel insanlarda görülen eşitlikçilik” ile ilgili teraneye gelirsek, birçok antropolog ve ilkelci bunu mükemmel bir şey gibi göstermektedir, fakat bu konuda bazı nüansları ifade etmek gerekir. Yazarlar “agresif eşitlikçilik” dediklerinde “eşitleyici mekanizmalar”iv ya da benzerleriniv kastetmektedirler. Bazı antropologlar bu mekanizmalar sayesinde insanların alçak gönüllülüklerini koruduklarını ve kendilerini başkalarından üstün hissetme ve onlara hükmetme arzularından kurtulduklarını söylemektedirler. Böylece toplumsal hiyerarşilerin ortaya çıkması önlenmekte ve ilkel toplumlar eşitlikçi yapılarını korumaktadırlar.

Fakat bu, (bu durum antropologların iddia ettiği şekli ile gerçekleşse dahi) madalyonun sadece bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzü ise bu “eşitlikçi mekanizmaların” ya da “agresif eşitlikçiliğin,” ön plana çıkan bireyler ya da yalnızca farklı olan ve bazı yetenekleri ya da şahsi psikolojik eğilimleri sebebiyle farklı davranan kişiler üzerinde büyük bir baskı oluşturabileceğidir. Elizabeth Marshall Thomas’ın The Harmless People’da (“The Bushmen in 1989” isimli ön söz, The Second Edition, Vintage Books, Random House, 1989, sayfa 286-287) verdiği örnekteki gibi. Bir grup Buşman, muhtemelen psikolojik bir rahatsızlıktan dolayı farklı (yani toplumsal normlardan farklı) davranan fakat herhangi bir zararı olmayan bir kişiyi sırf bu farklı davranışları hoşlarına gitmediği için öldürmüşlerdir. Thomas’ın örneğinde gördüğümüz kolektif “eşitlikçi” cinayetler gibi aşırı örnekleri bir kenara bıraksak dahi, birini sırf daha iyi avcı, balıkçı, toplayıcı ya da usta diye her seferinde utandırmak, yalnızca bu kişi için değil, grup için de kötü sonuçları olan bir şeydir. Yani, eşitlik ve bu eşitliği sağlayan mekanizmalar bazı kişiler için çok iyi görünen şeyler olabilir, fakat bunları kendi bireyselliklerine, potansiyellerine ve otonomilerine yönelik bir zincir olarak algılayanlar içinse oldukça kötü şeyler olabilir. Dahası, ironik bir şekilde, bu “eşitlikçi mekanizmalar” pratikte sömürü ve istismara ve vasat, hatta aşağı kalitede kişilerin yönetimine ve verimsizliğe sebep olabilir.vi Aynı şekilde, altruist cezalandırma gibi diğer agresif eşitlikçi mekanizmalara da benzer itirazlar getirilebilir. Örneğin, hangi noktaya kadar toplumsal normlar adaletli, doğru, saygı duyulmaya layıktır ve uyulmaması halinde cezayı gerektirir? Hangi noktada, en azından bazı durumlarda, altruist ceza bir yağcılık örneği ya da utanılısı bir linçten başkası değildir? Hangi noktaya kadar bu normlar rakipleri devre dışı bırakmak ve grup içindeki bazı bireylerin (baskıya maruz kalan sözde kurbanlar) diğerleri (baskı yaptıkları iddia edilenler) üzerinde manipülasyon yapmak için sinsi bir şekilde kullandığı araçlar değildir? Grup içinde dayanışma ve eşitlik de bazı şüpheli noktalara, karanlık yanlara ve kötü sonuçlara sahip olabilir. Eşitlik ve altruizmin bu öbür yüzünden solcular (birçok antropolog ve onların takipçileri de dahil olmak üzere) pek bahsetmez. Özet olarak, “agresif eşitlikçilik” zorunlu olarak o kadar da iyi bir şey değildir ve her zaman için iyi işlemez.

· Yazarlarda görülen bir diğer önemli eksiklik “süperorganizma” ve “ultrasosyallik” konusunda kafalarının karışık olmasıdır. Ve bu durum onları reformist olmaya itmektedir. Tekno-endüstriyel sistemi (“süperorganizma” ya da yazarların söylediği şekilde kapitalizm) ortadan kaldırmamız mı gerekiyor yoksa yalnızca ortaya çıkardığı sonuçları (işsizlik, çevresel etkiler, eşitsizlik vb.) düzeltmeye mi çalışmalıyız? Yazarlar bu konuda net değiller. İki seçenek birbiri ile çelişki içinde olsa da ikisini de savunuyorlar. Bu seçeneklerden bir tanesini gerçekleştirmek diğerini bir kenara atmak demektir çünkü bu seçeneklerin ortaya çıkaracağı sonuçlar birbirinin zıddıdır. Sistemin problemlerini (Marksist terminoloji ile “çelişkilerini”) çözmeye çalışarak onu ortadan kaldıramazsınız. Bunu bilmelerine ve farkında olmalarına rağmen reformist eylemleri savunmaya devam etmektedirler. Kendilerini bu kadar karmaşık bir şekilde ifade etmelerinin sebebi bu seçeneklerden bir tanesini seçmenin muhtemelen çelişkili ideolojilerinin bir bölümünden feragat etmeyi zorunlu kılmasından kaynaklanmaktadır (ya objektif ve rasyonel bilimsel düşünceden vazgeçecekler ya da politik doğrucu Marksizm ve solculuktan).

· Yazarların kafa karışıklığı ile ilgili bir diğer örnek, bazı yerlerde teknolojik gelişmeyi eleştiriyor gibi görünmeleri rağmen, teknoloji ile alakası olmayan fenomenlere odaklanan ve dikkatleri teknolojik gelişmenin kendisinden uzaklaştıran sözde bir teknoloji eleştirisi geliştirmeleridir.

Yazarlar (D. F. Noble adı verilen bir uzmandan şevkle yaptıkları bir alıntı ile) teknolojiyi “toplumsal bir süreç” olarak tanımlamaktadırlar. Teknolojiyi yanlış, karmaşık ve saçma bir şekilde tanımlamak teknolojik gelişme ile ilgili herhangi bir ciddi eleştiriyi boşa çıkarmak için en iyi yöntemdir. “Toplumsal süreçler,” bunlar her ne ise, başka şeylerdir, teknoloji ise başka. Teknoloji bir kültürün (normal şartlarda insanların oluşturduğu kültürlerin) belirli görevleri gerçekleştirmek ve belirli hedeflere ulaşmak için geliştirdiği maddi aletler ve araçlardır (ya da bunların oluşturduğu sistemlerdir). Ne fazlası (ne de bundan azı!) Kavramı başka şeylerle (yöntemler, teknikler, “toplumsal süreçler” vb.) karıştırıp karmaşıklaştırmak; suyu bulandırmak, kafa karışıklığına sebep olmak ve dikkatleri geleneksel olarak “teknoloji” dendiğinde anlaşılan şeylerden ve onunla bağlantılı problemlerden uzaklaştırmaktır.

Noble’e göre suç kapitalist zorunluluk dediği şeydedir çünkü onun yüzünden teknolojinin “özgürleştirici” potansiyeli ortaya çıkmamaktadır. Burada ima edilen şey “kapitalist” olmayan bir rejimde yaşamamız halinde modern teknolojinin mükemmel olacağıdır. Fakat Noble ve yazarlar bunu net bir şekilde değil de dolambaçlı yollardan söyledikleri için, bunu yapmadıkları halde modern teknolojiyi eleştiriyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Teknolojinin içkin olarak özgürleştirici olmadığını (burada sanki teknolojiyi eleştirir gibi ve sanki teknoloji iyi bir şey değil diyormuş gibi gözükürler) ve kapitalist bir sistemde kötü sonuçlara yol açabileceğini söylemekteler. Fakat bu laflarla gerçekte söyledikleri şey modern teknolojinin nötr olduğu ve ortaya çıkardığı etkilerin teknolojiyi kimin uyguladığı ve geliştirdiğine bağlı olduğudur. Böylece üstü kapalı bir şekilde modern teknolojiye dönük eleştiriyi bir “kapitalizm” eleştirisine dönüştürmektedirler.

Üstelik, metinde alıntılanan “uzman,” teknoloji ile onun etkilerini ve ortaya çıkardığı toplumsal sonuçları birbirine karıştırmaktadır. “Sebep olmak” ya da “belirli bir sonuç üretmek” ile bu sonuçları üreten şeyin kendisini birbirine karıştırmakta ve sonuçlar ile bu sonuçları üreten fenomeni aynı şeylermiş gibi göstermektedir. Bu, humanist entelektüellerin sıklıkla yaptıkları sayısız mantık hatalarından bir tanesidir. Soyut bir şekilde “düşünmeye” başladıklarında mantıksal disiplini bir kenara iterler ve biraz durup dikkatle üzerinde düşünülmediğinde sezgisel olarak çekici gözüken fakat gerçekte mantıksal temel ve sağlamlıktan yoksun olan fikir sentezleri üretirler.

· Bütün bu yaptıkları hatalara bakınca yazarların evrimsel süreçleri yorumlarken sık yapılan bir yanlışa düşmeleri hiç de şaşırtıcı değil: Gelişmeyi ve evrimi ilerlemeci bir bakış açısından yorumlamak. (Yani evrimin daha ileri giden, daha iyi şeyler ortaya çıkaran bir süreç olduğunu düşünmek). Yazarlar bazı toplumsal organizasyon biçimlerinin daha “üstün” olduğunu söylemekteler. Fakat yapmaları gereken şey bunların gerçekte ne olduklarını söylemektir: Daha kompleks toplumsal organizasyon biçimleri. Meseleleri objektif bir şekilde tasvir etmeleri gerekirken, tasvirlerine değer yargılarını karıştırmaktalar. “Süperorganizmaya” yönelik sözde eleştirilerine rağmen, kolektivist ilerlemeci yanları kendilerini ele veriyor. (Yazarlar için kolektif olan iyidir ve kolektiflik ne kadar artarsa o kadar iyidir). Bu bağlamda yazarlar şunu söylemekteler.

Sistem mekanik evrimsel süreçlerin bir sonucu olmasından dolayı optimal ya da ilerleyen bir sistem değildir. Sistem “doğal” olabilir fakat bu iyi huylu ya da iyi niyetli olduğu anlamına gelmez.

Belki de burada basitçe evrimin (bu bağlamda “Süperorganizmanın” evriminin) değer yargılarından bağımsız bir değişim süreci olduğunu söylüyorlardır. Yani evrimleşen varlıkların değerinde hiçbir değişim olmuyordur. Ya da “evrim,” “ilerleme” ile aynı şey değildir. Yine de, kullandıkları üslup ve her şeyden önce son cümle eğilimlerinin hangi yönde olduğunu göstermektedir. İlerlemeciler (yani ilerleme fikrini savunanlar) sevmedikleri şeyin (bu örnekte “sistem”) ilerlemeci olmadığını söylerler. Ancak sistem en az onlar kadar, belki de onlardan fazla ilerlemecidir. Gerçekte, tekno-endüstriyel sistemin üstyapısının temel direklerinden bir tanesi tam da ilerlemenin (toplumsal ve teknolojik ilerlemenin genel anlamda iyi bir şey olduğuna ve bir ilerleme olduğuna inanmak) varlığına yönelik inançtır. Eğer bu ilerlemecilik değilse Allah bilir nedir.

· İlerlemeci humanistlerin yaptığı tipik hatalardan bir diğeri, bu yazıda da olduğu gibi, toplumsal ve ekolojik problemleri birbirine karıştırmaktır. Yazarlar için işsizlik ve eşitsizlik, örneğin, eko-sistemlerin yok edilmesi ile aynı seviyededir ve ikisi basit bir şekilde ve doğru orantılı olarak birbirine bağlıdır. Gerçekte, bu varsayılan toplumsal problemlere ekolojik problemlerden daha fazla önem atfetmektedirler ve önerdikleri çözümler her zaman için işe yaramaz olduğu gibi ekolojik bağlamda zararlıdır. Toplumsal ve ekolojik problemler, genelde doğrusal bir orantıya sahip olmadıkları gibi, birbirinin zıddı şeylerdir.

· İnsan tarımın genelleşmesi ile ilgili söyledikleri de bir o kadar talihsizdir. Tarımın tarih boyunca insan toplumlarının çoğunluğu tarafından benimsenmesine rağmen insan toplumlarının tamamı tarıma geçmemiştir. Bir kısmı pratik anlamda günümüze kadar avcı-toplayıcı olmaya devam etmiştir.

· İnsan tarımını ultrasosyal böcek türlerinin geliştirdiği bazı benzer davranış biçimleri ile karşılaştırmak ve bu böcek türlerinin kolonilerini medeni insan toplumlarına benzetmek günümüzde oldukça yaygındır. Fakat yazarların da yaptığı gibi, bu karşılaştırmayı yapanlar, benzerlikler olmasına rağmen karşılaştırılan bu türler ve onların davranışları arasında büyük farklar olduğunu atlamaktadırlar. Genelde bu tarz karşılaştırmalar tarım ve tarıma bağlı insan toplumlarını meşrulaştırmak ya da “doğallaştırmak” gibi bir kasta sahiptir.

· Yukarıdakiler ile bağlantılı bir şey eko-sistemlerin karıncılar tarafından “domine” edilmesi ya da “dizayn” edilmesi iddiası ile ilgili de söylenebilir. Toplumsal böceklerin bulundukları eko-sistemlerin bir kısmı üzerindeki etkileri ne kadar büyük olursa olsun, bu türlerin etkisi insan toplumunun global düzeyde eko-sistemler üzerindeki etkisi ile karşılaştırılamaz (özellikle son endüstriyel formunda). Söz konusu türlerin doğası ve maruz kaldıkları koşullar da birbirleri ile karşılaştırılabilir değildir. Örneğin karıncalar ve diğer toplumsal böcekler nüfuslarını kontrol altında tutan avcılara sahiptirler. İnsanlar ise değil. Toplumsal böcekler teknolojiye sahip değilken insanlar gittikçe daha kompleks, ekolojik etkileri gittikçe büyüyen güçlü teknolojiler kullanmaktadırlar.

· Yazarların, insanların istisnai zekaları ve bilinçleri ile ilgili söyledikleri ise humanist ilerlemeci yanlarının bir başka ifadesidir. İnsanların zekaya sahip ve davranışlarını bilinçli bir şekilde kontrol edebilen yegane varlıklar olduğu doğru değildir. Ve insanların zekaları ve otokontrol mekanizmaları sınırsız değildir. Gerçekte bu kapasiteler oldukça kısıtlıdır ve tekno-endüstriyel toplumun, ortaya çıkardığı problemleri çıkarmayacak tarzda işlemesini sağlamak için yeterli değildir.

· Yazarlar makaleyi şöyle bitirmektedirler: “Sistemi aktif bir şekilde kontrol altına alamazsak ve onu insan merkezli amaçlara ve biyofizik sürdürülebilirliğe yönlendiremezsek sistem muhtemelen çökecektir.” Yazarların reformist hedeflerini bir kenara bırakırsak (yukarıda bunları yorumlamıştık), bir kez daha bir makalenin sonunda, makale boyunca söylenenlerle çelişmesine rağmen yanlış umutların ilan edildiğini görüyoruz. Ultrasosyallik bireylerin otonomilerini kaybetmelerine sebep oluyorsa ve uzun vadede gittikçe daha da karmaşıklaşan ve kendi dinamiklerine sahip olan bir topluma boyun eğmek zorunda kalıyorsak sistemin kontrolünü nasıl ele alıp onu başka amaçlara yönlendireceğiz? Genel olarak toplumsal bir sistemin gelişmesini kontrol etmek ve bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yönlendirmek mümkün değildir.

· Son olarak, türler arasında dayanışan örümcekler örneği çok-düzeyli seçilimin ortaya çıkardığı dayanışmanın bir örneği değil, mutualizmin klasik bir örneğidir. Çok-düzeyli seçilim, prensip olarak, türün içindeki (aynı türe mensup bireyler arasındaki) ilişkileri ifade eder. Farklı türe mensup bireyler arasındaki ilişkiler de Darvinci seçilim ve türlerin genetik evrimini etkileyebilir mi? (Ya da onun etkisi altında kalabilir mi?) Mümkündür ve gayet olasıdır; fakat bu, grup seçiliminin şu anda anlaşıldığı düzeyden daha geniş bir kapsamda işlediği farklı bir fenomen olacaktır.


Antroposen’in Ultrasosyal Kökenleri

John Gowdy, Lisi Krall

Özet

İçinde bulunduğumuz jeolojik döneme Antroposen adı verilmiştir—insanların çağı. Bu makalede, Antroposen’in kökeninin 8.000 yıl önce başlayan tarım devriminde yattığını iddia ediyoruz. Uzak avcı-toplayıcı geçmişimizde insan psikolojisi ve kültürünün özel karakteristikleri bulunuyordu; fakat türümünüzün biyolojik etkileri bakımından tarım, benzersiz ve geri döndürülmez etkileri olan evrimsel bir kopuş anlamına gelmiştir. Tarıma geçişle birlikte insan toplumu, toplumsal doğal seçilimin ekonomik artık üretmesi için tasarladığı ve tek bir bütün olarak hareket eden bir süper-organizma gibi davranmaya başlamıştır. Çevresel koşulların izin verdiği yerlerde, erken insan tarım toplumları, birkaç toplumsal böceğin sergilediği özelliklerin aynısını göstermiştir: Patlayan nüfus, karmaşık ve ayrıntılı bir iş bölümü, kaynakların yoğun bir şekilde sömürülmesi, arazi genişlemesi ve süper-grubun hayatta kalması ve büyümesini grup içindeki bireyin refahından daha önemli gören bir toplumsal organizasyon. Benzer ekonomik güçler toplumsal böceklerde ve insanlarda ultrasosyalliğin arkasında yatmaktadır: İş bölümünün getirdiği artan üretkenlik, işleri büyük çapta yapmanın getirdiği artan getiriler ve üretken kaynakların sömürülmesi. Ultrasosyalliğin arkasındaki evrimsel mekanizmaları incelemek dünyadaki yaşamı destekleyen ekolojik sistemlerin sağlığını tehdit eden büyüme zorunluluğunun anlaşılmasına katkı yapacaktır.

“Günümüzde insanlık uyku halinde görülen fantezilerle gerçek dünyanın kaosu arasında sıkışmış bir uyurgezere benzemektedir. Akıl, her şeyi değiştiren o hadisenin tam yerini ve saatini aramakta, fakat bulamamaktadır. Taş Devri duyguları, Orta Çağ kurumları ve tanrısal bir teknolojiyle bir Yıldız Savaşları medeniyeti kurduk. Yolumuzu kaybetmiş bir şekilde oradan oraya savrulup sağı solu dağıtıyoruz. Varoluşumuz ve kendimize ve hayatın geri kalanına yönelik oluşturduğumuz tehdit yüzünden kafamız korkunç bir şekilde karışmış durumda.”

E. O. Wilson, 2012, The Social Conquest of Earth


1. Giriş: Ultrasosyallik ve İnsanoğlunun Laneti

İnsan türü ve gezegenin geri kalanı arasındaki ilişki bağlamında iki soru ön plana çıkmaktadır. İlk soru, insanlığın, dünyanın biyosferinde büyük bir rejim değişikliği tehlikesi oluşturacak ve insan medeniyetini tehdit edecek tarzda dünyanın biyofizik süreçlerini nasıl egemenliği altına aldığıdır? (Barkovsy et al. 2012) İkinci soru, yaklaşan felaket karşısında türümüzün neden uzun dönemde hayatta kalmamızı sağlayacak temel toplumsal dönüşümleri gerçekleştiremediğidir (Mukerjee, 2013)? Bu soruların cevaplarının türümüzün evrimsel tarihinin derinliklerinde yattığını söylüyoruz. İnsan türü olarak, ultrasosyal hale gelen bir avuç türden bir tanesiyiz. Ultrasosyallik, insanla birlikte, yüksek bir toplumsal organizasyon seviyesine erişmiş diğer türleri de kapsayan bir kavramdır. Campbell (1982)’nin ultrasosyallik tanımını kullanıyoruz:

Ultrasosyallik; tam zamanlı iş bölümü, kendileri gıda toplamayan fakat başkaları tarafından beslenen uzmanlaşmış bireyler, gıda kaynakları ve tehlikeler ile ilgili efektif bilgi paylaşımı ve kolektif savunma için kendini feda etmenin bulunduğu, en yüksek derecedeki toplumsal hayvan organizasyonlarını ifade eder. Bu seviyede organizasyona karıncalar, termitler ve bazı arkaik şehir devletlerindeki insan toplumları ulaşmıştır.

Tıpkı tarıma geçiş yapan birkaç sosyal böcek toplumu gibi insan toplumu da amacı ekonomik artık üretmek olan yekpare bir organizma gibi hareket etmeye başlamıştır. Bu değişim ile birlikte, orijinal olarak eusocial hale gelen 13-14 türün arasına katıldık. Bunlar arasında karıncalar ve termitler, özellikle tarım yapmaya başlamalarından sonra, ultrasosyal hale gelmişlerdir (E.O. Wilson, 2012, 136).1 Ultrasosyallik sonunda bize insanlığın faydalandığı medeniyet ve maddi bolluğu getirmiştir fakat insan toplumunun artık-üretim için örgütlenmesi çözemediğimiz iki sorunu da beraberinde getirmiştir: Gezegenin biyofizik kaynaklarının sürdürülemez bir şekilde kullanılması ve günümüzün insan toplumlarının çoğunu karakterize eden toplumsal eşitsizlik. Eko-sistemleri domine etme karakteristiğini diğer sosyal böcekler ile paylaşıyoruz. İkinci karakteristik ise insanlara özgüdür. Ultrasosyalliğin farklı türlerde ortaya çıkışının sebepleri ve sonuçlarının anlaşılması konusunda evrimsel biyologlar büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bu bulgular, içinde bulunduğumuz soruna yönelik anahtar ipuçları sunabilir.

Çoğu jeoloğa göre 300 yıl önce Sanayi Devrimi ile ve arkeologlara göre ise insanın tarıma başlaması ve Holosen ile başlayan (Batter, 2013) içinde bulunduğumuz jeolojik döneme Antroposen ya da insanların çağı adı verilmiştir. Türümüz şu anda dünya gezegenin biyofizik süreçlerini domine etmekte ve dünyadaki geri kalan türlerin evrimsel sürecini etkilemektedir (Barnosky et al., 2012; Steffen et al., 2011). Antroposen çağında insanın Dünya gezegeni üzerindeki etkisi muazzamdır. İnsanlar Dünya üzerindeki memeli kütlesinin %50’sini oluşturmaktadır (yetiştirdiğimiz türler hesaba katılırsa bu oran çok daha büyük olmaktadır). Sanderson et al. (2022)’nin hesaplamasına göre dünya karasal biyosferinin %80’i doğrudan insan etkisi altındadır. Hannah et al. (1994)’ün tahminine göre dünyanın biyo-üretken yüzeyinin %36’sı insanların egemenliği altındadır. Net İlksel Üretim’in küresel çapta insanlar tarafından el konulan miktarı (HANPP – Human Appropriation of Net Primary Production), Vitousek et al. (1997)’nin ortalama senaryodaki tahminlerine göre toplam miktarın %20’sidir. Her halükarda, insanın dünyanın biyo-üretken kapasitesine el koyma oranı artmaktadır. İnsan nüfusu 1960’tan beri neredeyse 3’e katlanmıştır. Son 13 yılda nüfus artışı 1 milyar olmuştur (Habert et. al., 2010’daki HANPP çalışmalarının özetine bakınız). Eko-sistemleri domine etmek sosyal böcekler ile paylaştığımız bir karakteristiktir.

Antroposen çağının öznelliğini anlayabilmek için evrimsel tarihimizi anlamak önemlidir. Özellikle tarıma geçilmesi ile birlikte insan toplumunun evrimi kökünden değişmiştir: Hem insanın insan olmayan dünya ile ilişkisi, hem de insanlar arasındaki ilişkiler bakımından. Başka bir makalede (Gowdy and Krall, 2013) öne sürdüğümüz gibi, tarımla birlikte gelen nüfus patlaması –Neolitik Demografik Dönüşüm– bireylerden oluşan grupların bir süper-organizma olarak faaliyet göstermek üzere ekonomik olarak organize olduğu bir hadise olarak anlaşılabilir. Bu yazıda, insan toplumunun tarımla başlayan ultrasosyal devriminin bizi kaçınılmaz olarak Antroposen’e getirdiğini iddia ediyoruz.

İnsanların zeka ve bireysel davranışlarının bilincinde olmak bakımından eşsiz olduklarının farkındayız. Zeka ve kültür, insanların yeni teknolojiler ve esnek kültürler kullanarak, Pleistosen dönemindeki radikal iklim değişikliğine adapte olmalarını sağlamıştır (Richardson and Boyd, 2005). Benzer şekilde, tarıma geçildikten sonra insan zekası, fosil yakıtlar gibi diğer türlerin kullanamadığı kaynakların yeni teknolojiler ile kullanılmasını sağlamıştır. Ancan insan biricikliğine ve iradesine inancın, insanın toplumsal organizasyonunu sürükleyen evrimsel güçleri görmemizi engellediğini düşünüyoruz. Bu noktayı özellikle vurguluyoruz, çünkü ultrasosyalliğin insan iradesi üzerine getirdiği sınırlar göz ardı edilmiştir. Ultrasosyallik, insan toplumuna, yaklaşmakta olan felakete rağmen rota değiştirmeyi oldukça zor kılan bazı özellikler vermektedir. İnsan iradesinin olmadığını söylemiyoruz, fakat insan iradesin gücünün düşündüğümüzden çok daha az olduğunu söylüyoruz. Bireysel irade, toplumsal irade ile aynı şey değildir ve burada tartıştığımız ikincisidir.