Monday, September 25, 2023

Kitap Özeti ve İncelemesi II: Medeni İnsanın Sekiz Büyük Günahı – Konrad Lorenz

 


There is also an English version of this review in this blog. To reach it, click here.

Konrad Lorenz’in bu yazıda inceleyeceğimiz kitabı1 bundan yaklaşık 50 sene önce, 1973 yılında çıkmış. Lorenz bu kitapta modern insan medeniyetinin ortaya çıkardığı ve aynı zamanda onu da tehdit eden sekiz büyük problemden bahsediyor. İnceleme sırasında da göreceğimiz gibi, aslında bu problemlerin hepsinin altında yatan temel faktör modern teknolojidir ve modern teknolojinin gelişmeye devam etmesi ile birlikte bu problemlerin günümüzde yoğunlaştıklarını ve daha yaygın hale geldiklerini görüyoruz.

1. Aşırı Nüfus

Organik yaşam, tıpkı bir baraj gibi, evrensel enerji akışının ortasına kurulmuştur. Yaşam biçimleri, negatif entropiden faydalanarak kendilerine enerji çekerler ve büyüyüp gelişirler. Büyümeleri ile birlikte enerji soğurma kapasiteleri de artar ve bu durum büyüme hızlarını da artırır. Bu tarz bir pozitif geri besleme mekanizmasının felaket ile sonuçlanmaması, bu pozitif geri besleme mekanizmalarının Doğa’da negatif geri besleme mekanizmaları ile dengelenmiş olması sayesindedir. Acımasız bazı fizik ve olasılık yasaları bu enerji soğurma ve büyüme eğilimini dengeler. Bu yasalar sayesinde canlılar ve eko-sistemler homeostatik bir denge kurarlar. Ancak insanoğlu teknoloji sayesinde bu kısıtları aşmakta ve negatif geri bildirim ile dengelenmeyen bir sürekli pozitif geri bildirim mekanizması ile nüfusunu sürekli artırmaktadır.

Aşırı nüfus insanların büyük kitleler halinde devasa şehirlerde yaşamasına sebep olur. İnsanoğlu sürekli olarak yüzlerce, binlerce kişi ile fiziksel bir yakınlık içerisinde olduğu bu tarz bir varoluşa adapte olmuş değildir. Modern insan, bu sebeple, yakından tanıdığı kişiler haricinde diğer insanları görmezden gelme eğilimindedir. Hatta birçok kişi ile sürekli ve yakın bir temas içinde bulunması kendi yakınlarına yönelik sevgi ve ilgisini dahi düşürür. Lorenz, insanların bu tarz doğal olmayan bir ortamda bulunmasını modern şehir insanın sergilediği bazı patolojik davranışların bir sebebi olarak görmekte. Lorenz, özel olarak, metropollerde gerçekleşen sebepsiz şiddet eylemlerinden bahsediyor. Çünkü hayvanlar üzerinde yapılan deneyler ve insanlar üzerine yapılan gözlemlerin de gösterdiği gibi kalabalık saldırganlığı artırır.

Lorenz, aşırı nüfusun, Doğa’nın katledilmesinin en önemli faktörlerinden biri olduğunu yeteri kadar vurgulamıyor. Milyarlarca insan için gerekli olacak konutların yapılması, onları besleyecek tarlaların açılması, ihtiyaç duydukları kaynakların temin edilmesi, kaçınılmaz bir şekilde, vahşi Doğa’nın yok edilmesini beraberinde getirmektedir.

Günümüzde birçok kişi, altmışlı ve yetmişli yıllarda hararetli bir şekilde tartışılan aşırı nüfus ile ilgili endişelerin yersiz olduğunun ortaya çıktığını, günümüzde böyle bir problem olmadığını düşünmektedir. Paul Ehrlich’in The Population Bomb kitabının çıktığı yetmişli yıllarda temel endişe, gelecek yıllarda gerçekleşecek nüfus artışı sebebiyle gıda kaynaklarının yetersiz kalacağı ve bunun küresel çapta kıtlıklara ve toplumsal çalkantılara sebep olacağı idi. Bilindiği gibi 1970 yılında 3,5 milyar olan insan nüfusu günümüzde 8 milyara dayanmıştır. Fakat bu durum aşırı nüfus probleminin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Tam da Lorenz’in vurguladığı gibi, insanoğlu, teknoloji sayesinde, Doğa’da var olan negatif geri besleme mekanizmalarını bertaraf ederek nüfusunu artırmaya devam etmektedir. Bu teknolojiler, daha verimli tohum çeşitlerinin yaygınlaşması, yapay gübre ve tarım ilaçlarıdır. Dolayısı ile bu problem Lorenz’in onu tanımladığı şekli ile günümüzde varlığını devam ettirmektedir: Doğal sınırların teknoloji sayesinde aşılması sebebi ile dengelenemeyen bir pozitif geri bildirim mekanizması. Fakat bu durum yalnızca belirli bir süre devam ettirilebilir ve Lorenz’in de söylediği gibi, Doğa’da bir şekilde dengelenmeyen pozitif geri bildirim mekanizmaları bir felaket ile sonuçlanır. Üstelik, bu kontrolsüz nüfus patlamasının vahşi şeyler üzerindeki olumsuz etkisi oldukça büyük olmuştur ve nüfusun artışının devamı bu etkileri daha da büyütecektir.

2. Çevrenin Yok Edilmesi

Bir eko-sistemi oluşturan türler arasında oldukça girift karşılıklı bağımlılık ilişkileri mevcuttur. Av ve avcılar birbirlerine bağlıdırlar. Eko-sistemler oldukça uzun zaman içerisinde evrimleşirler ve belirli bir dengeye ulaşırlar. Belirli eko-sistemlerin yok olmasına ya da radikal bir şekilde değişmesine sebep olan görece nadir hadiseler yaşansa da eko-sistemlerin evrimi türlerin evrimi gibi oldukça yavaş ilerler.

İnsan ise, teknoloji sayesinde, oldukça hızlı değişen bir eko-sisteme sahiptir.2 Teknolojinin geometrik bir hızda gelişmesi insanın içerisinde yaşadığı ve faydalandığı eko-sistemlerde ani ve köklü değişimler gerçekleştirmesine sebep olur. Bu da eko-sistemlerin tahrip edilmesini doğurur. Lorenz burada insan medeniyetinin hem Doğa’da gerçekleştirdiği ani ve köklü değişimlerden hem de bu medeniyetin oluşturduğu yapay ortamın (şehirler, kırsal alan vb.) ani ve köklü bir şekilde değişmesinden bahsetmektedir. Lorenz, ani değişimlerin eko-sistemlerin sağlığı açısından oldukça zararlı olduklarını söylemektedir. Şehirler hem fiziksel hem demografik açıdan çok hızlı bir şekilde değişmektedir. Gündelik hayat rutinleri de (iş yapma biçimleri, boş zaman aktiviteleri vb.) bu hızlı değişimden payını almaktadır. Hızlı ve köklü değişimler insanlar arasındaki ilişkilere (aile yapısı, kadın erkek ilişkileri vb.) de yansımaktadır.

Lorenz şehirlerin estetiğine kitabında geniş bir yer ayırmakta ve teknolojinin gelişme hızının çevrede oluşturduğu hızlı değişimin insanın yaşadığı ortamın estetiğini oldukça olumsuz bir şekilde dönüştürdüğünü söylemektedir. Orta Çağ döneminin şehirlerini modern dönemde ortaya çıkan banliyöleşme eğiliminin sonuçları ile karşılaştırıyor ve ikincilerin estetik açıdan oldukça berbat olduklarını söylüyor. Lorenz’e göre bu estetik yoksunluğun sebebi değişimin hızında ve bu hızlı değişimi mümkün kılan seri üretimdedir. Şehirlerin modern zamanlarda yayılması kanser hücrelerinin yayılmasını andırmaktadır. İnsanın yaşadığı alanlar o kadar hızlı bir şekilde dönüşüme uğramaktadır ki, Doğa’nın uzun sürede ulaştığı denge, insanın oluşturduğu yaşam alanlarında artık yoktur. Lorenz, Doğa’da var olan estetiği de uzun sürede ulaşılan bu dengeye bağlıyor. Çünkü ancak bu şekilde fonksiyonel, sağlıklı bir bütünlük ortaya çıkmaktadır.

Doğa’nın kendiliğinden oluşan estetiğini yok eden insanoğlu, kendi yapay ortamında da oldukça berbat, estetikten yoksun bir ortamda yaşamak zorunda kalıyor. Lorenz, bu durumun, insandaki estetik ve moral duyguyu yok ettiğini söylüyor. Modern şehirler, üst üste istiflenmiş tek tip kafeslerin içerisine sıkıştırılmış milyonlarca insandan oluşur. Modern yaşam alanları, seri üretilmiş aynılıkları ile insanın bireyselliğini hiçe sayan ve sonunda boğan bir yapıya sahiptir. Böyle bir sefaleti yaşayan birey, aynı sefaleti yaşayan komşusundan kendisini izole etmek ister. Lorenz bu isteğin, kendi sefaleti ile yüzleşmekten kaçınma arzusundan doğduğunu söylüyor. Fakat bu istekte daha temel bir içgüdü söz konusu. Modern insan, her ne kadar hemen altında, üstünde, yanında ve karşısında da yaşasa, komşusundan kaçma eğilimindedir; çünkü hemen diplerinde yaşadığı bu insanlar aslında kendisine yabancıdır. Bu insanlar ne akrabalarıdır ne de birlikte küçük bir grubun parçası olarak anlamlı bir iş yaptıkları yakınlarıdır. Yakınlık ve akrabalık kavramları dahi hemen hemen ölmüştür, çünkü modern birey, kendisini umursamayan devasa bir organizasyonun değiştirilebilir bir parçası olarak temelde yalnızdır. Yapabildiği her pratik faaliyeti de böyle bir organizasyonun bir parçası olarak gerçekleştirebilir. Akrabalar ve arkadaşlar, temelde, boş zamanları öldürmek içindir. Bu sebeple, pratik olarak, modern birey yalnız ve izoledir.

Lorenz’in pozisyonu çevrecilik olarak özetlenebilir. Çevrecilik, vahşi Doğa’nın yok edilmesi ile bu durum “insanın eko-sistemini” olumsuz etkilediği ölçüde ilgilenir. Temel endişesi, Doğa’nın insan toplumlarına temiz hava ve su, atıkların dönüştürülmesi ve doğal kaynakların sağlanması gibi hizmetleri sürdürülebilir bir şekilde sunamayacak olmasıdır. Çevreciliğin vahşi Doğa’ya yönelik tutumu araçsalcıdır. Vahşi Doğa’yı kendi başına değerli bir şey olarak görmez. Lorenz hızlı teknolojik gelişmenin vahşi Doğa’da yol açtığı olumsuzlukları dile getiriyor, ancak temel endişesi bu durumun “insanın eko-sisteminde” yol açtıklarıdır. En fazla odaklandığı durum modern şehirlerin estetik zavallılığıdır. Bu konudaki tavrı, teknolojik gelişme o optimum eşiği aşmadan önce güya mükemmel olan o eski şehirleri, anıtları ve kültürel başarıları özlemle anan anti-endüstriyel humanistlere (Jacques Ellul, Lewis Mumford vb.) oldukça benzerdir. Bu kişilere göre, teknolojik gelişme belirli bir noktaya kadar, “insanileşme” adını verdikleri sürecin faydasına işliyordu. İnsanlığın estetik ve ahlaki duygularını inceleştirmesini sağlıyordu. Homo sapiens’i, onu insan yapan özelliklerinin daha da inceleşmesini ve gelişmesini sağlayarak diğer hayvan türlerinden ayırıyordu. Humanist anti-endüstriyalistlere göre, belirli bir optimum eşik aşıldığında teknolojik gelişme tam tersi bir etkiye sahip olmaya başladı. İnsanlığın estetik ve ahlaki duygularını körleştirmeye başladı. Şehirler eski güzelliklerini kaybetmeye başladı, insanlar şeylerin güzelliği ile değil pratik yanları ile ilgilenmeye başladılar, kaba ve çirkin popüler kültürün kurbanları haline geldiler, büyük şehirlerde yaşayan insanlar birbirlerini umursamaz oldular, anlamsız bir şiddete ve doğal olmayan acayip davranışlara daha yatkın hale geldiler.

Anti-endüstriyel humanizmin insanlığın eski kültürel başarıları ile ilgili özlemleri romantik bir nostaljiden fazlası değildir. Ve temel endişeleri (“insanileşme” süreci: insanların estetik ve ahlaki yönlerinin gelişmesi ile daha da fazla insanlaşmaları) ilerlemeci yanlarını ortaya çıkarmaktadır. “İnsanileşme” denilen şey sonuçta, insanın kültürel bir koşullandırmaya tabi tutularak “geliştirilmesi” ve vahşi doğasının boğulup boyunduruk altına alınmasıdır. Bu rüyayı, insanları makineler ile bütünleştirmek, genlerini mühendisliğe tabi tutmak ya da insanı aşmayı hedeflediğini iddia eden diğer trans-humanist saçmalıklardan ayıran şey nedir? Bunlar nitelik olarak aynı şeylerdir. Teknoperverler ve humanist anti-endüstriyalistler, insanı, kendi doğal karakterinde eksik ve tamamlanmamış bir varlık olarak, kültürel aletler ile geliştirilmesi gereken bir varlık olarak görürler. İkisinin de hedefi insanı yapay yollarla “geliştirmektir.” Bu tuzağa düşmekten insanın vahşi doğasını referans noktası alarak kaçınabiliriz: Doğa’nın (evrimsel süreç) bizi uzun göçebe avcı-toplayıcı varoluşumuz sırasında şekillendirdiğinin üzerine başka bir “geliştirme” yapay bir şekilde kondurulamaz.

Lorenz Sanayi Devrimi’nden beri gerçekleşen gelişmelere odaklanmaktadır. Fakat insanın eko-sisteminde” (insanların yaşadığı yapay çevre) ortaya çıkan bozulmaya baktığımızda, en az tarım devriminden ve insanların yerleşik hayata geçmesinden beri bu bozulmada niteliksel bir sıçrama yaşanmamıştır. İnsanlar tarım ile birlikte yerleşik hayata geçtiklerinden beri evrimsel olarak adapte olmadıkları doğal olmayan ortamlarda yaşamaktadırlar. Bu yapay ortamlar, ortaya çıktıklarından itibaren, küçük ölçekli doğal insan gruplarına kıyasla oldukça kalabalık olmuşlardır, Doğa’nın estetiğini bozmuşlardır, insanları hijyenik olmayan ve salgın hastalıkların yayıldığı koşullara mecbur etmişlerdir, onları katı toplumsal hiyerarşilere bölmüşlerdir ve insanın doğasının kendiliğinden ifadesini çeşitli mekanizmalar ile kısıtlamaya çalışmışlardır. Elbette, teknolojinin gelişmesi ile birlikte, neredeyse tüm bu alanlarda gidişat daha da kötü hale gelmiştir. Lorenz’in de söylediği gibi, Sanayi Devrimi ile birlikte bu yapay ortamların yayılma kanser hücrelerini andırır bir hale gelmiştir. Fakat bu durum, insanların estetik ya da ahlaki duygularını kaybetmesi ile gerçekleşen bir zihni değişimin sonucu ortaya çıkmamıştır. Bunun sebebi, basitçe, insan toplumlarının Sanayi Devrimi’nden beri çok daha büyük enerji ve maddi kaynaklara sahip olmasıdır. Bu sebeple daha hızlı bir şekilde büyümekte ve vahşi alanları gittikçe artan bir hızda yapay alanlara dönüştürmektedirler. Gittikçe daha fazla sayıda insanı dar bir alanda kıstırmakta ve onları daha katı bir şekilde vahşi Doğa’dan soyutlamaktadırlar. Bu sebeple insanlar evrimleştikleri koşullardan gün geçtikçe daha da uzaklaşan koşullarda yaşamak durumunda kalmaktadırlar. Bu her ne kadar öznel bir değerlendirme olsa da, günümüzdeki yapay ortamların eski örneklerine kıyasla estetik değerlerini kaybetmelerinin nedeni temelde bu durum olabilir. Estetik duygumuz da uzun göçebe avcı-toplayıcı varoluşumuz sırasında evrimleşmiştir. Bu sebeple estetik duyarlılıklarımızın Doğa’nın seslerine, kokularına ve manzaralarına adapte olmuş olması beklenir. Eskinin şehirlerinde ve kasabalarında vahşi Doğa’nın varlığı hissediliyordu. Bu alanlar Vahşi Doğa ile çevrelenmişti ve sakinleri onu hissedebiliyor ve hatta belirli bir dereceye kadar tecrübe edebiliyorlardı. Vahşi Doğa’ya yürüme mesafesindeydiler ve ondan modern büyük şehirlerin sakinleri kadar izole edilmiş değillerdi.