Saturday, September 3, 2022

Rene Dubos’ya Cevabım – Edward Abbey


Edward Abbey, Amerikalı yazar ve konservasyonist. Desert Solitaire (Çölde Tek Başına) ve Monkeywrench Gang (Sabotaj Çetesi) isimli kitapları Türkçe’ye çevrilmiştir. Aşağıda Türkçe çevirisini bulabileceğiniz yazısı, medeniyet ve onun vahşi Doğa ile ilişkisi ile ilgili naif ve yanlış fikirler içermesine rağmen, vahşi Doğa ve onun gerçek özgürlük ile olan ilişkisinin anlaşılması bakımından önemli ipuçları sunmaktadır. Vahşi Doğa’nın varlığı bize, insan yapımı alanların dışında bir alternatif sunar: Organize insan toplumunun kontrolünün dışında, kendi iradesine sahip alanlar. Gerçek özgürlük fikrinin anlaşılması ve bu özgürlüğün mümkün olmaya devam etmesi vahşi Doğa’nın varlığı ile mümkündür. Yazıda da göreceğiniz gibi, Abbey’nin, uzaktan estetik bir görünüme sahip Avrupa topraklarının insan eliyle yaşadığı dönüşümü fark etmesi ve bunun ne anlama geldiğini idrak etmesi, Amerika’daki vahşi toprakları tecrübe etmesi ile mümkün olmuştur. Vahşi Doğa’nın son kalan parçalarının da yok edilmesi ya da boyunduruk altına alınması, yapay alanlar haricindeki tüm referans noktalarının kaybedilmesi, insan toplumunun üyeleri ile birlikte tamamen kendi içine hapsolması ve böylece gerçek özgürlüğün tamamen ortadan kalkması anlamına gelecektir. Doğacak yeni kuşaklar vahşi Doğa’yı ve onun sunduğu özgürlüğü hayal dahi edemez bir noktaya geleceklerdir.

Rene Dubos’ya Cevabım – Edward Abbey1

Rene Dubos, yakın zamanda çıkan kitabı The Wooing of the Earth’te, Avrupa topraklarının son binyılda insan emeği, insan ihtiyaçları ve insan düşüncesi ile değişime uğratılmasını büyük bir gurur ile tarif ediyor. Çocukluğunun pastoral manzaralarına yönelik duyduğu saygıyı anlıyorum ve buna sempati ve hatta empati ile yaklaşıyorum. Fransa’da olmasa da ben de Pennsylvania’da bir çiftlikte doğdum ve büyüdüm. Ve en derin duygularım öylesine derin ki kelimelerden çok müziğe yakındırlar çocuklukta yakın bir bağ kurduğum tepelerdeki ağaçlar, mera boyunca akan dere, eski ahırın meşe keresteleri, su kuyusu, şeker akağaçları, çayırlar ve hatta babam ve kardeşlerim ile birlikte Nisan ayında ektiğimiz ve yaz boyunca çapaladığımız (işin içinde zorlama da yok değildi) ve daha sonra kesip, soyarak Ekim ayının kederli son günlerinde atların çektiği bir arabaya dal dal yüklediğimiz ekilmiş mısır tarlaları ile ilişki içerisinde şekillendi.

Kim iyi bakılmış tarlaların, kısa kesilmiş çayırların, ahırların, çiftlik evlerinin, taş duvarların, küçük barajların, su değirmenlerinin, kavak ağaçları ile çevreli kavisli toprak yolların ve insan emeği ve insan sevgisi ile beslenerek oluşturulmuş tüm o şeylerin güzelliğini ve faydasını inkar edebilir? Şairler, Vergil ile Horace’ten beri, iki bin yıldır, kırsal manzarayı övmek ile meşguller. Watteau’dan Constable’a ve oradan Inness’e on binlerce ressam onlara görünen şekli ile kırsal yaşamın huzur ve bolluğunu parlak renkler ile resmettiler. Bu duygu kartpostal sektörünün temelidir. Thomas Jefferson’dan Franklin Roosevelt’e ve oradan Ronald Reagan’a (büyüklüğe göre sıralarsak) Amerikalı siyasetçiler aile çiftliğini ulusun omurgası olarak gördüler. Hatta Jefferson bunda samimiydi.

Günümüzde geleneksel biçimi ile tarımın en katı savunucuları konservasyonistlerdir. Onlar aynı zamanda gerçek muhafazakarlardır. Sadece iki isimden bahsetmem yeterli: Aldo Leopold, onuntoprak etiği” kavramı konservasyon felsefesinin kelime dağarcığının temel bir parçası olmuştur. Wendell Berry, kendisi bir çiftçi olmak ile birlikte aynı zamanda bir şair ve yazardır. The Long-Legged ve The Unsettling of America kitaplarındaki cesur ve muhteşem makaleler aile çiftliğinin ve bağımsız çiftçinin eski tarım sanatında bulunan ekonomik, siyasi, ruhsal ve estetik değerler bir yaşam biçimi olarak çiftçilik adına korunması için en iyi argümanları geliştirmektedir. Çiftçiliğin geleneksel biçimine bağımsız çiftçiler tarafından gerçekleştirilen karşı çıkacak kadar “saf” bir konservasyonist hayal edemiyorum. Rene Dubos ve benim aramdaki tartışma tarım ile ilgili değil, endüstriyel tarım ile ilgilidir.

Çiftçilik insan ile toprak arasında kendi kendini devam ettiren simbiyotik bir ilişkidir ve Rene Dubos’nun belagatli bir şekilde övdüğü ahenkli, güzel ve bereketli kültürel çevreyi ortaya çıkarır. Endüstriyel tarım ise sanayileşmiş, mekanize tarımdır; topraktan maden gibi zorla çekip çıkarılan –flörtleşerek2 değil– ve kitlesel bir şekilde üretilen gıda ve liflerdir. Endüstriyel tarım modern bir fenomendir ve hızlı bir şekilde artan insan nüfusunun ihtiyaçlarına bir cevap olarak geliştirilmiştir. Devasa su kanalları, fosil yakıtlar, kimyasal gübreler ve diğer başka tür ağır sermaye yatırımlarına bağlı bu tarz geniş ölçekli bir tarımın uzun süre ayakta kalıp kalamayacağını göreceğiz; geleceği biraz şüpheli gözükmektedir. Devasa büyüklükteki kahverengi ve yeşil tarlalar Kansas’ın otuz bin metre üzerindeki bir uçaktan bakıldığında güven verici bir manzara gibi gözükebilir. Fakat zeminden, yakından bakıldığında o kadar da güzel gözükmezler. Bu tarz bir tarım – monokültür – doğal düzenin aşırı derecede basitleştirilmesini içerir. Belki bir geometricinin zevkine göre tatmin edici olabilir, fakat geleneksel çiftçinin gözüne böyle gözükmez.