Antroposen’in
Ultrasosyal Kökenleri
The
Ultrasocial origin of the Anthropocene
(Ecological
Economics 95
(2013) 137-147) isimli makalenin Karaçam
tarafından yapılmış Türkçe çevirisidir. Sunuş yazısı, aynı
makale için Naturaleza
Indomita
tarafından yazılan sunuşun Karaçam
tarafından yapılmış Türkçe çevirisidir. Sunuş yazısının
orijinali takip eden linktedir :
https://www.naturalezaindomita.com/textos/teora-del-desarrollo-social/los-or%C3%ADgenes-ultrasociales-del-antropoceno
Sunuş
Takip
eden metni aşağıdaki iki sebepten yayınlamaya karar verdik.
·
İnsanlardan
oluşan toplumsal sistemlerin nasıl
işlediğini, evrimleştiğini ve geliştiğini anlamak için oldukça
önemli olan bir konuyu işlemektedir: Grup seçilimi yolu ile
Darvinci evrim. Yakın bir zamana kadar Darvinci
evrim yalnızca bireysel düzeyde (ya dar anlamda bireysel seçilim
ya da akraba seçilimi) işleyen doğal seçilimin yönlendirdiği
bir süreç olarak anlaşılmıştır. Yalnızca doğal seçilim
yolu ile evrim fenomenini tam anlamayan kafası karışık biyologlar
ya
da kolektif politik teorilerin ideolojik etkisi altında olan diğer
bazı biyologlar, oldukça gerçek
dışı ve basit bir şekilde,
grup seçiliminin bazı biçimlerini savunmuşlardır. Fakat
günümüzde evrimin hem bireysel hem de grup (çok-düzeyli seçilim)
bazında işlediğine
yönelik bir anlayış güç kazanmaktadır. Birçok durumda
bu görüşü savunanlar güçlü bir takım ideolojik ön yargıların
etkisi altında gözükseler de, çok-düzeyli seçilim, temel bir
biyolojik teori olarak, güçlü bir bilimsel temele sahiptir.
Üstelik, yalnızca biyoloji ile sınırlı kalmadan her tür dinamik
sisteme uyarlanabilme
potansiyeline sahiptir.
Yayınladığımız
takip eden makale çok-düzeyli seçilim kavramına dayanarak mevcut
toplumsal sistemin kökenini ve gelişimini açıklamaktadır. Fakat
maalesef, birazdan göreceğimiz gibi, bunu yaparken oldukça güçlü
kolektivist
eğilimlere savrulmaktadır.
Çok-düzeyli
seçilim kavramına göre toplumsal sistemler de evrimsel
birimlerdir. Bunun anlamı, bu sistemlerin evrimi incelenirken,
toplumlar ya da sosyal
gruplar arasındaki ilişkilerle
bu toplulukları oluşturan bireyler arasındaki ilişkilere ayrı
ayrı
bakılması gerektiğidir. Meselelere
bu bakış açısından bakıldığında perspektif yeterince
değişmekte,
daha önce fark edilmemiş süreçler ve dinamikler
keşfedilmekte ve daha önce bilinen süreçler, dinamikler ve
özellikler, yeni açıklamaların mümkün olduğu ve bu
fenomenlerle ile ilgili anlayışı derinleştiren bir şekilde
yorumlanabilmektedir.
·
Bu
söylenenlerle bağlantılı olarak yazarlar, “süper-organizma”
ve “ultrasosyal” kavramlarını kullanmaktadırlar. Bu kelimeleri
kullanıp kullanmamaktan bağımsız olarak, bu kelimelerin ifade
ettiği iki önemli kavram insanlardan oluşan büyük ölçekli ve
kompleks (medeniyetler) sistemlerin doğuşu ve işleyişini anlamak
için oldukça önemlidir. Özet
olarak bu kavramlar, temelde üyelerinin (onları oluşturan
bireyler ya da alt gruplar) doğal sosyal eğilimlerinden doğmalarına
rağmen, doğal seçilimin etkisi ile bu bireysel ya da alt grupla
alakalı eğilimlerin çok ötesinde kendi kendilerini devam ettirme,
geliştirme, genişletme ve dayatma eğilimi kazanan
toplumsal sistemlere
atıf
yapmaktadır.
Bu toplumsal sistemler, üyelerinin pro-sosyal eğilimleri sayesinde
diğer
toplumsal sistemlere karşı rekabetçi bir avantaj
kazanmaktadırlar.i
Metinden
çıkarılabilecek bu iki fikir, toplumsal sistemlerin işleyişi ve
geniş ölçekte evrimleşmesinin daha iyi anlaşılması açısından
faydalıdır. Fakat daha öncesinde söylediğimiz gibi yazarlar
ciddi bir ideolojik ön yargıya sahiptir ve bu durum bu iki
kavramdan çıkarılabilecek
ve çıkarılması gereken sonuçları çıkarmalarını
engellemektedir. Aynı zamanda bu ön yargı bazı ciddi
yanlışlar yapmalarına ve doğru olmayan bazı varsayımlarda
bulunmalarına sebep olmaktadır. Yazarların bu metinde yaptığı
başka bazı yanlışlar tartışmayı
epey uzatacaktır. Burada bu yanlışların en büyüklerine
değiniyoruz.
·
Verdikleri
referanslar ve kullandıkları kelimelere bakıldığında yazarların
küçülme ekolüne
ya da “ekolojik ekonomi”ye yakın oldukları söylenebilir. Bu
akımlar hemen hemen her zaman politik olarak sola yakındır ve her
şeyden önce fikirlerinin ve ekonomik ve tarihsel analizlerinin
çoğunda güçlü bir şekilde Marksizmden etkilenmiştir.
Yazarların kullandıkları terim ve ifadelerin bazıları
(“artık-değer”den “kapitalizm”e – bu ifadeyi belirli bir
ekonomik sistemi ifade etmek için değil genel olarak modern
endüstriyel sistemi ifade etmek için kullanırlar – ve oradan
“ekonomik toplum,” “ekonomik adam” ve sömürücülere kadar)
doğrudan Marksizmden alınmıştır. Aşağıda daha ayrıntılı
bir şekilde ele alacağımız ilkel insanları idealize etmeleri de
Marksizmden alınmıştır. “İlkel komünizm” teorisinin
modernize edilmiş bir versiyonundan başkası değildir.
Kabul
ettikleri insan doğası nosyonları da sosyalist soldan alınmıştır.
İnsanların dayanışmaya yönelik doğal bir eğilimleri olduğunu
ve bu eğilimin yabancılarla
dayanışmayı da kapsadığını söylemekteler. Söylediklerinden
anlaşılan, dayanışmaya yönelik
bu eğilimin
kiminle ne için dayanışıldığından bağımsız ve
genel olduğudur.
Yani insanlar, doğaları gereği ayrım yapmadan altruist ya da
pro-sosyaldir.ii
Fakat
bu doğru değildir. İnsanların,
doğal olarak ve kendiliğinden, herkesle
aynı şekilde
dayanışmak, özdeşlik kurmak, empati yapmak ve paylaşmak gibi bir
eğilimi yoktur. Tanımadığımız insanlarla doğal bir şekilde
dayanışma eğilimimiz akrabalarımız,
arkadaşlarımız
ve hatta komşularımız ve öznel bir şekilde kendimize yakın
hissettiğimiz kişilerle dayanışma eğilimimizden çok daha
düşüktür. Tabii ki yazarlar, parazitliğe
yönelik oldukça sık görülen doğal insan eğilimi hakkında
hiçbir şey söylememektedirler: İstismar etmek, başkalarının
zararı pahasına onlardan
fayda sağlamaya çalışmak, davranışlarının
başkaları üzerindeki etkisini önemsememek, rekabet etmek ve
dövüşmek, bazı insan gruplarını düşman olarak belleyip
onlardan nefret etmek ve onlara zarar vermek. Ayrıca, altruist
olmayan bu davranış türlerinin yabancılara yönelik daha yoğun
bir şekilde sergilendiğini de söylememektedirler. Yazarlar insan
doğasının altruist ve kolektivist yönlerini vurgularken meseleyi
dengeli bir şekilde değerlendirmemektedirler. Aynı şekilde,
onlara göre evrensel ve oldukça güçlü olan dayanışma eğilimine
uymayan özelliklerden bahsetmemekteler.iii
Yazarların Marksizmden
devraldıkları bir başka özellik ekonomizmdir. Yani, toplumsal
dinamiklerle ilgili her şeyi ekonomik süreçlere ya da ekonomik
alt-sistemlere
indirgeme eğilimindedirler. Marksistlerin
çoğunda olduğu gibi, yazarlar için de her şey “ekonomi”
gibidir. Örneğin, modern endüstriyel topluma “kapitalizm”
ya da kapitalist sistem adını verdiklerinde bütün bir
sosyokültürel
sistemin tamamını, onun yalnızca bazı ekonomik boyutlarına ya da
ekonomik alt-sistemlerine indirgemektedirler. Ya da bu alt-sistemlere
çok fazla önem atfederken sosyokültürel sistemin teknolojik,
demografik ya da eko-sistemle ilgili yanlarını yeteri kadar
vurgulamamaktadırlar.
Dahası,
yazarlar, “iyi” birer Marksist
olarak, modern toplumun bir pazar
toplumu/ekonomisi olduğuna,
yani serbest pazara sahip bir kapitalizm olduğuna inanmaktadırlar.
Bundan anlaşılan şey herhangi bir dış müdahale (yani devlet
müdahalesi) olmadan talep ve arz süreçleri ile kendi kendini idare
eden bir ekonomi ise gerçekte serbest pazar
toplumunun ya da kapitalizmin var olmadığını dikkate almak gerekir. Çünkü (yasalar, düzenlemeler,
vergiler,
sübvansiyonlar ya da başka müdahaleler yolu ile) ekonomiye yönelik
her zaman için az ya da çok bir müdahale söz konusudur. Hiçbir
modern toplum gerçek anlamda kapitalist değildir, topyekun bir
pazar
toplumu değildir.
Yazarların
yaptığı ve Marksizmden
kaynaklanan (daha açık olmak gerekirse sınıf savaşı teorisinden
kaynaklanan) bir diğer yanlış tarımla birlikte yalnızca
“ortalama bireyin” şartlarının kötüleştiği “üst
sınıfların” (yani toplumsal sistemi yöneten elitlerin) ise
şartlarının iyileştiğidir. Burada yazarlar “yaşam kalitesi”
(yaşanılan çevrenin ve yaşam koşullarının
insan
doğasının otonom ifadesine ne kadar uygun olup
olmadığı) ile “yaşam standardı”
(alım gücü, hizmet ve ürünlere
erişim, sosyoekonomik düzey, okuryazarlık oranı vb.) kavramlarını
birbirine karıştırmaktadırlar. Gerçekte bu iki kavramın birbiri
ile alakası yoktur, hatta birbirlerinin karşıtı oldukları dahi
söylenebilir. “Üst sınıfların” yaşam standardı
ortalama olarak “alt sınıflardan” daha yüksektir ve tarih
boyunca “alt sınıflara” göre daha fazla artmıştır. Fakat bu
iki grubun “yaşam kaliteleri” artmamıştır, hatta yaşam
koşullarının doğamızın adapte
olduğu şartlardan
uzaklaşması
ile daha da düşmüştür. Sorulması gereken
soru şudur: Medeniyet tarihinin temel toplumsal problemi nedir?
Genel olarak “zenginlerin” daha zengin olması (ve bazılarına
göre fakirlerin daha da fakirleşmesi) mi yoksa “yaşam
kalitesinin” gerçekte herkes için düşmesi mi?
·
Yazarların
avcı-toplayıcıları idealize etmelerine gelirsek, oldukça açık
bir onaylama ile kompleks avcı-toplayıcı toplumlar da dahil olmak
üzere avcı-toplayıcı toplumların agresif bir şekilde eşitlikçi
olduklarını
söylemekteler. Yazarlara
göre bu toplumlar artık-üretim yapmazlar, genişlemezler
vb. çünkü bu özellikler tarımla birlikte ortaya çıkmıştır.
Fakat tarım ve medeniyet hiç yoktan ortaya çıkmamışlardır.
Tarımdan önce avcı-toplayıcı toplumlar genişlemişler ve
bulundukları çevrenin taşıma kapasitesine ulaşmışlardır. Ve
en azından bazıları (özellikle yerleşik ya da kompleks olanlar)
tarım toplumlarının ultrasosyallik ile elde edecekleri birçok
özelliğe sahip olmuşlardır: Yerleşik
olmak, nüfusun artması, artık-üretim, gelişmiş toplumsal
hiyerarşiler, genişleme vb. Aksi taktirde tarım toplumları hiçbir
zaman ortaya çıkmazdı. Yazarların, kendilerinin de referans
olarak aldıkları avcı-toplayıcıları idealize eden
antropologlara yöneltilen eleştirilere cevabı, bu eleştirileri
yapanların “ilerleme anlatısının” sunduğundan farklı
değerleri ya da yaşam biçimlerini hayal edemedikleridir. Bu
bahanenin oldukça gülünç, ucuz ve hatta acınası olduğunu
söylememiz gerekir. Bazı revizyonist antropologların ilkel
toplumlar ile ilgili kötü bir imaj oluşturmaya çalıştıkları
(en azından modern toplumun değerleri ile görülüp
yorumlandıklarında) doğrudur. Ve muhtemelen bunu ideolojik
sebeplerle yapmaktadırlar. Fakat ilkel toplumların (solcu ya da
politik doğrucu perspektiften)
idealize edilmesini kabul etmeyenlerin ve bu toplumları
eleştirenlerin hepsinin, ilkel yaşamı tamamıyla
asosyal/antisosyal ve kötü olarak gören ilerleme, otoriterlik,
“kapitalizm,” modern toplum ve medeniyet yanlıları ve “ilerleme
anlatısı” ile beyni yıkanmış “Hobbescular”
olmadıkları açıktır.
Ayrıca
yazarlar “avcı-toplayıcıların hiçbir özel ekonomik uğraşa
sahip olmadıklarını” düşünmektedirler. Çünkü, yazarlara
göre, artık-değer biriktirmemektedirler. Buna kanıt olarak öne
sürülen,
gerçek olduğu oldukça şüpheli (yukarıya
bakınız) olan
tarım toplumlarının aksine avcı-toplayıcıların hiçbir zaman
artık-değer biriktirmediği
iddiasını
kabul etsek dahi,
bunun “belirli ekonomik amaçlara sahip olmamak” ile bir alakası
yoktur. Bu iki fenomen birbirinden farklı şeylerdir. Besin ve diğer
maddi ihtiyaçları elde etmek (avcı-toplayıcılar da dahil olmak
üzere her toplumda) yeterince somut ve açık (“belirli”) bir
ekonomik faaliyet ya da amaçtır. Her toplumda olduğu gibi
avcı-toplayıcılarda da ekonomi insan faaliyetinin temel
bir unsuruydu ve büyük oranda kültürün diğer yönlerini
belirliyordu. Çünkü gıda ve diğer gerekli kaynakları elde etmek
ekonomidir.
Burada gördüğümüz şey Marksistler
için ekonominin yalnızca “kapitalizm” ya da (artık-değer
biriktirmek gibi) sevmedikleri şeyler olmasıdır. Marksizm için
artı-değer biriktirmek her şeyin açıklamasıdır, kötülüğün
kökenidir. Ve Marksistlere
göre bu tarım ile başlamıştır. Fakat yanılıyorlar. Yazarların
bu konuda söyledikleri tek doğru (ki o da tam olarak doğru
değildir) avcı-toplayıcı toplumlarda ekonominin, yalnızca bir ya
da birkaç bitki ve hayvan türünün üretilip, tüketilmesine bağlı
olmaması anlamında daha çeşitli olduğudur. Ancak bu da her durum
için geçerli değildir. Örneğin avcı-toplayıcılık ile görece
olarak çeşitli olan tarımı birleştiren ekonomiler bulunmaktadır
(yalnızca tek bir tür bitkinin ya da hayvanın yetiştirilmesine
bağlı olmayan ve bunları vahşi hayvan ya da balık avlanması ya
da vahşi bitkilerin toplanması ile birleştiren toplumlar).
“İlkel
insanlarda görülen eşitlikçilik” ile ilgili teraneye
gelirsek, birçok antropolog ve ilkelci bunu mükemmel bir şey gibi
göstermektedir, fakat bu konuda bazı nüansları ifade etmek
gerekir. Yazarlar “agresif eşitlikçilik” dediklerinde
“eşitleyici
mekanizmalar”iv
ya da benzerleriniv
kastetmektedirler. Bazı antropologlar bu mekanizmalar sayesinde
insanların alçak
gönüllülüklerini
koruduklarını ve kendilerini başkalarından üstün hissetme ve
onlara hükmetme arzularından kurtulduklarını söylemektedirler.
Böylece toplumsal hiyerarşilerin ortaya çıkması önlenmekte ve
ilkel
toplumlar eşitlikçi yapılarını korumaktadırlar.
Fakat
bu, (bu durum antropologların iddia ettiği şekli ile gerçekleşse
dahi) madalyonun sadece bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzü ise
bu “eşitlikçi mekanizmaların” ya da “agresif
eşitlikçiliğin,” ön plana çıkan bireyler ya da yalnızca
farklı olan ve bazı yetenekleri
ya da şahsi psikolojik eğilimleri sebebiyle farklı davranan
kişiler üzerinde büyük
bir baskı oluşturabileceğidir. Elizabeth Marshall Thomas’ın The
Harmless People’da
(“The
Bushmen in 1989” isimli ön söz, The Second Edition, Vintage
Books, Random House, 1989, sayfa 286-287)
verdiği örnekteki gibi. Bir grup Buşman,
muhtemelen psikolojik bir rahatsızlıktan dolayı farklı (yani
toplumsal normlardan farklı) davranan fakat
herhangi bir zararı olmayan
bir kişiyi sırf bu farklı davranışları
hoşlarına gitmediği için öldürmüşlerdir. Thomas’ın
örneğinde
gördüğümüz kolektif “eşitlikçi” cinayetler gibi aşırı
örnekleri bir kenara bıraksak dahi, birini sırf daha iyi avcı,
balıkçı, toplayıcı ya da usta diye her seferinde utandırmak,
yalnızca bu kişi için değil, grup için de kötü sonuçları
olan bir şeydir. Yani, eşitlik ve bu eşitliği sağlayan
mekanizmalar bazı kişiler için çok iyi görünen şeyler
olabilir, fakat bunları kendi bireyselliklerine, potansiyellerine ve
otonomilerine yönelik bir zincir olarak algılayanlar içinse
oldukça kötü şeyler olabilir. Dahası, ironik bir şekilde, bu
“eşitlikçi mekanizmalar” pratikte sömürü ve istismara ve
vasat, hatta aşağı kalitede kişilerin yönetimine ve verimsizliğe
sebep olabilir.vi
Aynı şekilde, altruist cezalandırma
gibi diğer agresif eşitlikçi
mekanizmalara
da benzer itirazlar getirilebilir. Örneğin, hangi noktaya kadar
toplumsal normlar adaletli, doğru, saygı duyulmaya
layıktır ve uyulmaması halinde cezayı gerektirir? Hangi noktada,
en azından bazı durumlarda, altruist ceza bir yağcılık örneği
ya da utanılısı bir linçten başkası değildir? Hangi noktaya
kadar bu normlar rakipleri devre dışı bırakmak ve grup içindeki
bazı bireylerin (baskıya maruz kalan sözde kurbanlar) diğerleri
(baskı yaptıkları iddia edilenler) üzerinde manipülasyon yapmak
için sinsi bir şekilde kullandığı araçlar değildir? Grup
içinde dayanışma ve eşitlik de bazı şüpheli noktalara,
karanlık yanlara ve kötü sonuçlara sahip olabilir. Eşitlik ve
altruizmin bu öbür yüzünden solcular (birçok antropolog ve
onların takipçileri de dahil olmak üzere) pek bahsetmez. Özet
olarak, “agresif eşitlikçilik” zorunlu olarak o kadar da iyi
bir şey değildir ve her zaman için iyi işlemez.
·
Yazarlarda
görülen bir diğer önemli eksiklik “süperorganizma” ve
“ultrasosyallik” konusunda kafalarının karışık olmasıdır.
Ve bu durum onları reformist olmaya itmektedir. Tekno-endüstriyel
sistemi (“süperorganizma” ya da yazarların söylediği şekilde
kapitalizm) ortadan kaldırmamız mı gerekiyor yoksa yalnızca
ortaya çıkardığı sonuçları (işsizlik, çevresel etkiler,
eşitsizlik vb.) düzeltmeye mi çalışmalıyız? Yazarlar
bu konuda net değiller. İki seçenek birbiri ile çelişki içinde
olsa da ikisini de savunuyorlar. Bu seçeneklerden bir tanesini
gerçekleştirmek diğerini bir kenara atmak demektir çünkü bu
seçeneklerin ortaya çıkaracağı sonuçlar birbirinin
zıddıdır.
Sistemin problemlerini (Marksist terminoloji ile “çelişkilerini”)
çözmeye çalışarak onu ortadan kaldıramazsınız. Bunu
bilmelerine ve farkında olmalarına rağmen reformist eylemleri
savunmaya devam etmektedirler. Kendilerini
bu
kadar karmaşık
bir şekilde ifade etmelerinin sebebi
bu seçeneklerden bir tanesini seçmenin muhtemelen çelişkili
ideolojilerinin bir bölümünden feragat etmeyi zorunlu kılmasından
kaynaklanmaktadır (ya objektif ve rasyonel bilimsel düşünceden
vazgeçecekler ya da politik doğrucu Marksizm
ve solculuktan).
·
Yazarların
kafa karışıklığı ile ilgili bir diğer örnek, bazı yerlerde
teknolojik gelişmeyi eleştiriyor gibi
görünmeleri rağmen,
teknoloji ile alakası olmayan fenomenlere odaklanan
ve
dikkatleri
teknolojik gelişmenin kendisinden uzaklaştıran
sözde
bir teknoloji eleştirisi
geliştirmeleridir.
Yazarlar
(D. F. Noble adı verilen bir uzmandan şevkle yaptıkları bir
alıntı ile) teknolojiyi “toplumsal bir süreç” olarak
tanımlamaktadırlar. Teknolojiyi
yanlış, karmaşık ve saçma bir şekilde tanımlamak teknolojik
gelişme ile ilgili herhangi bir ciddi eleştiriyi boşa çıkarmak
için en iyi yöntemdir. “Toplumsal süreçler,” bunlar her ne
ise, başka şeylerdir, teknoloji ise başka. Teknoloji bir kültürün
(normal şartlarda insanların oluşturduğu kültürlerin) belirli
görevleri gerçekleştirmek
ve belirli hedeflere ulaşmak için geliştirdiği maddi aletler ve
araçlardır (ya da bunların oluşturduğu sistemlerdir). Ne fazlası
(ne de bundan azı!) Kavramı başka şeylerle (yöntemler,
teknikler, “toplumsal süreçler” vb.) karıştırıp
karmaşıklaştırmak; suyu bulandırmak, kafa karışıklığına
sebep olmak ve dikkatleri geleneksel olarak “teknoloji”
dendiğinde anlaşılan şeylerden ve onunla bağlantılı
problemlerden uzaklaştırmaktır.
Noble’e
göre suç kapitalist zorunluluk dediği şeydedir çünkü onun
yüzünden teknolojinin “özgürleştirici” potansiyeli ortaya
çıkmamaktadır. Burada ima edilen şey “kapitalist” olmayan bir
rejimde yaşamamız halinde modern teknolojinin mükemmel olacağıdır.
Fakat Noble
ve yazarlar bunu net bir şekilde değil de dolambaçlı yollardan
söyledikleri için, bunu yapmadıkları halde modern teknolojiyi
eleştiriyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır.
Teknolojinin içkin olarak özgürleştirici olmadığını (burada
sanki teknolojiyi eleştirir gibi ve sanki teknoloji iyi bir şey
değil diyormuş
gibi gözükürler)
ve kapitalist bir sistemde kötü sonuçlara yol açabileceğini
söylemekteler.
Fakat bu laflarla gerçekte söyledikleri şey modern teknolojinin
nötr olduğu ve ortaya çıkardığı etkilerin teknolojiyi kimin
uyguladığı ve geliştirdiğine bağlı olduğudur. Böylece üstü
kapalı bir şekilde modern teknolojiye dönük eleştiriyi bir
“kapitalizm” eleştirisine dönüştürmektedirler.
Üstelik,
metinde alıntılanan “uzman,” teknoloji ile onun etkilerini ve
ortaya
çıkardığı toplumsal sonuçları birbirine karıştırmaktadır.
“Sebep olmak” ya da “belirli bir sonuç üretmek” ile bu
sonuçları
üreten şeyin kendisini birbirine karıştırmakta ve sonuçlar ile
bu sonuçları üreten fenomeni aynı şeylermiş gibi
göstermektedir. Bu, humanist entelektüellerin sıklıkla yaptıkları
sayısız mantık hatalarından bir tanesidir. Soyut bir şekilde
“düşünmeye” başladıklarında mantıksal
disiplini bir kenara
iterler ve biraz durup dikkatle üzerinde düşünülmediğinde
sezgisel olarak çekici gözüken fakat gerçekte mantıksal temel ve
sağlamlıktan yoksun olan fikir sentezleri üretirler.
·
Bütün
bu yaptıkları hatalara bakınca yazarların evrimsel süreçleri
yorumlarken sık yapılan bir yanlışa düşmeleri hiç de şaşırtıcı
değil: Gelişmeyi ve evrimi ilerlemeci bir bakış açısından
yorumlamak. (Yani evrimin daha ileri giden, daha iyi şeyler ortaya
çıkaran bir süreç olduğunu düşünmek). Yazarlar bazı
toplumsal organizasyon biçimlerinin daha “üstün” olduğunu
söylemekteler. Fakat yapmaları
gereken şey
bunların gerçekte ne olduklarını
söylemektir: Daha kompleks
toplumsal organizasyon biçimleri. Meseleleri objektif bir şekilde
tasvir
etmeleri gerekirken, tasvirlerine değer yargılarını
karıştırmaktalar. “Süperorganizmaya” yönelik sözde
eleştirilerine rağmen, kolektivist
ilerlemeci yanları kendilerini ele veriyor. (Yazarlar için kolektif
olan iyidir ve kolektiflik ne kadar artarsa o kadar iyidir). Bu
bağlamda yazarlar şunu söylemekteler.
Sistem
mekanik evrimsel süreçlerin bir sonucu olmasından dolayı optimal
ya da ilerleyen bir sistem değildir. Sistem “doğal” olabilir
fakat bu iyi huylu ya da iyi niyetli olduğu anlamına gelmez.
Belki
de burada basitçe evrimin (bu bağlamda “Süperorganizmanın”
evriminin)
değer yargılarından bağımsız bir değişim
süreci olduğunu söylüyorlardır. Yani evrimleşen varlıkların
değerinde hiçbir değişim olmuyordur. Ya da “evrim,”
“ilerleme” ile aynı şey değildir. Yine de, kullandıkları
üslup ve her şeyden önce son cümle eğilimlerinin hangi yönde
olduğunu göstermektedir. İlerlemeciler (yani ilerleme fikrini
savunanlar) sevmedikleri
şeyin (bu örnekte “sistem”) ilerlemeci olmadığını
söylerler. Ancak sistem en az onlar kadar, belki de onlardan fazla
ilerlemecidir.
Gerçekte, tekno-endüstriyel sistemin üstyapısının temel
direklerinden bir tanesi tam da ilerlemenin (toplumsal
ve teknolojik ilerlemenin genel anlamda iyi bir şey olduğuna ve bir
ilerleme olduğuna inanmak) varlığına yönelik inançtır. Eğer
bu ilerlemecilik değilse Allah bilir nedir.
·
İlerlemeci
humanistlerin yaptığı tipik hatalardan bir diğeri, bu yazıda da
olduğu gibi, toplumsal ve ekolojik problemleri birbirine
karıştırmaktır. Yazarlar için işsizlik ve eşitsizlik, örneğin,
eko-sistemlerin yok edilmesi ile aynı seviyededir ve ikisi basit bir
şekilde ve doğru orantılı olarak birbirine bağlıdır. Gerçekte,
bu varsayılan toplumsal problemlere ekolojik problemlerden daha
fazla
önem atfetmektedirler ve önerdikleri çözümler her zaman için
işe yaramaz olduğu gibi ekolojik bağlamda zararlıdır. Toplumsal
ve ekolojik problemler, genelde doğrusal
bir orantıya sahip olmadıkları gibi, birbirinin zıddı şeylerdir.
·
İnsan
tarımın genelleşmesi ile ilgili söyledikleri de bir o kadar
talihsizdir. Tarımın tarih boyunca insan toplumlarının
çoğunluğu tarafından benimsenmesine rağmen insan toplumlarının
tamamı tarıma geçmemiştir.
Bir kısmı pratik anlamda günümüze kadar avcı-toplayıcı olmaya
devam etmiştir.
·
İnsan
tarımını
ultrasosyal böcek türlerinin geliştirdiği bazı benzer davranış
biçimleri ile karşılaştırmak ve bu böcek türlerinin
kolonilerini medeni insan toplumlarına benzetmek günümüzde
oldukça yaygındır. Fakat yazarların da yaptığı gibi, bu
karşılaştırmayı yapanlar, benzerlikler olmasına rağmen
karşılaştırılan bu türler ve onların davranışları arasında
büyük farklar olduğunu atlamaktadırlar. Genelde bu tarz
karşılaştırmalar tarım ve tarıma bağlı insan toplumlarını
meşrulaştırmak ya da “doğallaştırmak” gibi bir kasta
sahiptir.
·
Yukarıdakiler
ile bağlantılı bir şey eko-sistemlerin karıncılar tarafından
“domine” edilmesi ya da “dizayn” edilmesi iddiası ile ilgili
de söylenebilir. Toplumsal
böceklerin bulundukları eko-sistemlerin bir kısmı üzerindeki
etkileri ne kadar büyük olursa olsun, bu
türlerin etkisi
insan toplumunun global düzeyde
eko-sistemler üzerindeki etkisi ile karşılaştırılamaz
(özellikle son endüstriyel formunda). Söz
konusu türlerin doğası ve maruz kaldıkları koşullar da
birbirleri ile
karşılaştırılabilir değildir.
Örneğin karıncalar ve diğer toplumsal böcekler nüfuslarını
kontrol
altında tutan avcılara sahiptirler. İnsanlar ise değil. Toplumsal
böcekler teknolojiye sahip değilken
insanlar
gittikçe daha kompleks, ekolojik etkileri gittikçe
büyüyen güçlü teknolojiler kullanmaktadırlar.
·
Yazarların,
insanların istisnai
zekaları ve bilinçleri
ile ilgili söyledikleri ise humanist ilerlemeci yanlarının bir
başka ifadesidir. İnsanların zekaya sahip ve davranışlarını
bilinçli bir şekilde kontrol edebilen yegane varlıklar olduğu
doğru değildir. Ve insanların
zekaları ve otokontrol mekanizmaları sınırsız değildir.
Gerçekte bu kapasiteler oldukça kısıtlıdır ve tekno-endüstriyel
toplumun, ortaya çıkardığı problemleri çıkarmayacak tarzda
işlemesini sağlamak için yeterli değildir.
·
Yazarlar
makaleyi şöyle bitirmektedirler: “Sistemi aktif bir şekilde
kontrol altına alamazsak ve onu insan merkezli amaçlara ve
biyofizik sürdürülebilirliğe yönlendiremezsek sistem muhtemelen
çökecektir.” Yazarların reformist hedeflerini bir kenara
bırakırsak
(yukarıda bunları yorumlamıştık), bir kez daha bir makalenin
sonunda, makale boyunca söylenenlerle çelişmesine rağmen yanlış
umutların ilan edildiğini görüyoruz. Ultrasosyallik bireylerin
otonomilerini kaybetmelerine sebep oluyorsa ve uzun vadede gittikçe
daha da karmaşıklaşan ve kendi dinamiklerine sahip olan bir
topluma boyun eğmek zorunda
kalıyorsak
sistemin kontrolünü nasıl ele alıp onu başka amaçlara
yönlendireceğiz? Genel olarak toplumsal bir sistemin gelişmesini
kontrol etmek ve bilinçli
ve kasıtlı bir şekilde
yönlendirmek mümkün değildir.
·
Son olarak, türler
arasında dayanışan örümcekler örneği çok-düzeyli
seçilimin
ortaya çıkardığı dayanışmanın bir örneği değil,
mutualizmin klasik bir
örneğidir.
Çok-düzeyli
seçilim, prensip olarak, türün içindeki (aynı türe mensup
bireyler arasındaki) ilişkileri ifade eder. Farklı türe mensup
bireyler arasındaki ilişkiler de Darvinci seçilim ve türlerin
genetik evrimini etkileyebilir mi? (Ya da onun etkisi altında
kalabilir mi?) Mümkündür ve gayet olasıdır; fakat bu, grup
seçiliminin şu anda anlaşıldığı düzeyden daha geniş bir
kapsamda işlediği farklı bir fenomen olacaktır.
Antroposen’in
Ultrasosyal Kökenleri
John
Gowdy, Lisi Krall
Özet
İçinde
bulunduğumuz jeolojik döneme Antroposen
adı verilmiştir—insanların çağı. Bu makalede, Antroposen’in
kökeninin 8.000 yıl önce başlayan tarım devriminde yattığını
iddia ediyoruz. Uzak avcı-toplayıcı geçmişimizde insan
psikolojisi
ve kültürünün özel karakteristikleri bulunuyordu; fakat
türümünüzün biyolojik etkileri bakımından tarım, benzersiz
ve geri döndürülmez
etkileri
olan evrimsel bir kopuş anlamına gelmiştir. Tarıma geçişle
birlikte insan toplumu, toplumsal
doğal seçilimin ekonomik artık üretmesi için tasarladığı
ve tek bir bütün olarak hareket eden bir süper-organizma gibi
davranmaya başlamıştır. Çevresel koşulların izin verdiği
yerlerde, erken insan tarım toplumları, birkaç toplumsal böceğin
sergilediği
özelliklerin aynısını göstermiştir: Patlayan nüfus,
karmaşık ve ayrıntılı bir iş bölümü, kaynakların yoğun bir
şekilde sömürülmesi, arazi genişlemesi ve süper-grubun hayatta
kalması ve büyümesini grup içindeki bireyin refahından daha
önemli
gören bir toplumsal organizasyon. Benzer
ekonomik güçler toplumsal
böceklerde ve insanlarda ultrasosyalliğin arkasında yatmaktadır:
İş bölümünün getirdiği artan
üretkenlik, işleri büyük çapta yapmanın getirdiği artan
getiriler ve üretken kaynakların
sömürülmesi. Ultrasosyalliğin
arkasındaki evrimsel mekanizmaları incelemek dünyadaki yaşamı
destekleyen ekolojik sistemlerin sağlığını tehdit eden büyüme
zorunluluğunun anlaşılmasına katkı yapacaktır.
“Günümüzde
insanlık uyku halinde görülen fantezilerle gerçek dünyanın
kaosu arasında sıkışmış bir uyurgezere benzemektedir. Akıl,
her şeyi değiştiren o hadisenin tam yerini ve saatini aramakta,
fakat bulamamaktadır. Taş Devri duyguları, Orta Çağ kurumları
ve tanrısal bir teknolojiyle bir Yıldız Savaşları medeniyeti
kurduk. Yolumuzu kaybetmiş bir şekilde oradan oraya savrulup sağı
solu dağıtıyoruz. Varoluşumuz ve kendimize ve hayatın geri
kalanına yönelik oluşturduğumuz tehdit yüzünden kafamız
korkunç bir şekilde karışmış durumda.”
E.
O. Wilson, 2012, The Social Conquest of
Earth
1.
Giriş: Ultrasosyallik ve İnsanoğlunun Laneti
İnsan
türü ve gezegenin geri kalanı arasındaki ilişki bağlamında iki
soru ön plana çıkmaktadır. İlk soru, insanlığın, dünyanın
biyosferinde büyük bir rejim değişikliği tehlikesi oluşturacak
ve insan medeniyetini tehdit edecek tarzda dünyanın
biyofizik süreçlerini nasıl egemenliği altına
aldığıdır? (Barkovsy et al. 2012) İkinci soru, yaklaşan felaket
karşısında türümüzün neden uzun dönemde hayatta kalmamızı
sağlayacak temel toplumsal dönüşümleri gerçekleştiremediğidir
(Mukerjee, 2013)? Bu soruların cevaplarının türümüzün evrimsel
tarihinin derinliklerinde yattığını
söylüyoruz. İnsan türü olarak, ultrasosyal hale
gelen
bir avuç türden bir tanesiyiz. Ultrasosyallik, insanla birlikte,
yüksek bir toplumsal organizasyon seviyesine erişmiş diğer
türleri de kapsayan bir kavramdır. Campbell (1982)’nin
ultrasosyallik tanımını kullanıyoruz:
Ultrasosyallik;
tam zamanlı iş bölümü, kendileri gıda toplamayan fakat
başkaları tarafından beslenen uzmanlaşmış
bireyler,
gıda kaynakları ve tehlikeler
ile ilgili efektif bilgi paylaşımı
ve kolektif
savunma için kendini feda etmenin bulunduğu, en yüksek derecedeki
toplumsal hayvan organizasyonlarını ifade eder. Bu seviyede
organizasyona karıncalar, termitler ve bazı arkaik şehir
devletlerindeki insan toplumları ulaşmıştır.
Tıpkı
tarıma geçiş yapan birkaç sosyal böcek toplumu gibi insan
toplumu da amacı ekonomik artık üretmek olan yekpare
bir
organizma gibi hareket etmeye başlamıştır. Bu değişim ile
birlikte, orijinal olarak eusocial hale gelen 13-14 türün arasına
katıldık. Bunlar arasında karıncalar ve termitler, özellikle
tarım yapmaya başlamalarından sonra, ultrasosyal hale gelmişlerdir
(E.O. Wilson, 2012, 136).
Ultrasosyallik sonunda bize insanlığın faydalandığı medeniyet
ve maddi bolluğu getirmiştir fakat insan toplumunun artık-üretim
için örgütlenmesi çözemediğimiz iki sorunu da beraberinde
getirmiştir: Gezegenin biyofizik kaynaklarının sürdürülemez
bir şekilde kullanılması ve günümüzün insan toplumlarının
çoğunu karakterize eden toplumsal eşitsizlik. Eko-sistemleri
domine etme karakteristiğini
diğer sosyal böcekler ile paylaşıyoruz. İkinci karakteristik ise
insanlara özgüdür. Ultrasosyalliğin
farklı türlerde ortaya çıkışının sebepleri ve sonuçlarının
anlaşılması konusunda evrimsel
biyologlar büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir.
Bu bulgular, içinde
bulunduğumuz soruna
yönelik anahtar ipuçları sunabilir.
Çoğu
jeoloğa göre 300 yıl önce Sanayi Devrimi ile ve arkeologlara göre
ise insanın tarıma başlaması ve Holosen ile başlayan (Batter,
2013) içinde bulunduğumuz jeolojik döneme Antroposen ya da
insanların çağı adı verilmiştir. Türümüz şu anda dünya
gezegenin biyofizik süreçlerini domine etmekte ve dünyadaki geri
kalan türlerin evrimsel sürecini etkilemektedir (Barnosky et al.,
2012; Steffen et al., 2011). Antroposen çağında insanın Dünya
gezegeni üzerindeki etkisi muazzamdır. İnsanlar Dünya üzerindeki
memeli kütlesinin %50’sini oluşturmaktadır (yetiştirdiğimiz
türler hesaba katılırsa bu oran çok daha büyük olmaktadır).
Sanderson et al. (2022)’nin hesaplamasına göre dünya karasal
biyosferinin %80’i doğrudan insan etkisi altındadır. Hannah et
al. (1994)’ün tahminine göre dünyanın biyo-üretken yüzeyinin
%36’sı insanların egemenliği altındadır. Net İlksel Üretim’in
küresel çapta insanlar tarafından el konulan miktarı (HANPP –
Human Appropriation of Net Primary Production),
Vitousek et al. (1997)’nin ortalama senaryodaki tahminlerine göre
toplam miktarın %20’sidir. Her halükarda, insanın dünyanın
biyo-üretken kapasitesine el koyma oranı artmaktadır. İnsan
nüfusu 1960’tan beri neredeyse 3’e katlanmıştır. Son 13 yılda
nüfus artışı 1 milyar olmuştur (Habert et. al., 2010’daki
HANPP çalışmalarının özetine bakınız). Eko-sistemleri domine
etmek sosyal böcekler ile paylaştığımız bir karakteristiktir.
Antroposen
çağının öznelliğini anlayabilmek için evrimsel tarihimizi
anlamak önemlidir. Özellikle tarıma geçilmesi ile birlikte insan
toplumunun evrimi kökünden değişmiştir: Hem insanın insan
olmayan dünya ile ilişkisi, hem de insanlar arasındaki ilişkiler
bakımından. Başka bir makalede (Gowdy and Krall, 2013) öne
sürdüğümüz gibi, tarımla birlikte gelen nüfus patlaması
–Neolitik Demografik Dönüşüm– bireylerden oluşan grupların
bir süper-organizma olarak faaliyet göstermek üzere ekonomik
olarak organize olduğu bir hadise
olarak anlaşılabilir. Bu yazıda, insan toplumunun tarımla
başlayan ultrasosyal devriminin bizi kaçınılmaz olarak
Antroposen’e getirdiğini iddia ediyoruz.
İnsanların
zeka ve bireysel davranışlarının bilincinde olmak bakımından
eşsiz olduklarının farkındayız. Zeka ve kültür, insanların
yeni teknolojiler ve esnek kültürler kullanarak, Pleistosen
dönemindeki radikal iklim değişikliğine adapte olmalarını
sağlamıştır (Richardson and Boyd, 2005). Benzer şekilde, tarıma
geçildikten sonra insan zekası, fosil yakıtlar gibi diğer
türlerin kullanamadığı kaynakların yeni teknolojiler ile
kullanılmasını sağlamıştır. Ancan insan biricikliğine ve
iradesine inancın, insanın toplumsal organizasyonunu sürükleyen
evrimsel güçleri görmemizi engellediğini düşünüyoruz. Bu
noktayı özellikle vurguluyoruz, çünkü ultrasosyalliğin
insan iradesi üzerine getirdiği sınırlar göz
ardı
edilmiştir.
Ultrasosyallik, insan toplumuna, yaklaşmakta olan felakete rağmen
rota değiştirmeyi oldukça zor kılan bazı özellikler
vermektedir. İnsan iradesinin olmadığını söylemiyoruz, fakat
insan
iradesin gücünün
düşündüğümüzden çok daha az
olduğunu
söylüyoruz.
Bireysel
irade, toplumsal irade ile
aynı şey değildir ve burada tartıştığımız ikincisidir.