Ted
ile Röportaj
Çeviri: Karaçam
vahsikaracam.blogspot.com
karapinusnigra@gmail.com
Çeviriye
Esas Alınan Metin: Technological
Slavery, Feral House, 2010 (An Interview with Ted, sayfa. 392-408)
Röportajı
gerçekleştiren J. Alienus Rychalski, Blackfoot Valley Dispatch’in
(Lincoln, Montana) Özel Muhabiri
Birinci Bölüm
1999
yılında Theodore J. Kaczynski’den Blackfoot Valley Dispatch için
bir röportaj talebinde bulundum. Bu teklifi büyük bir incelikle
kabul etti. Röportaj aynı yıl Florence, Colorado’daki Yüksek
Güvenlikli hapishanede gerçekleşti.
BVD:
Evet...
TJK:
Evet...
BVD:
Evet, neden Berkeley’deki işinden ve matematikteki kariyerinden
ayrıldın?
TJK:
Berkeley’deki işi kabul ettiğim zaman, bunu zaten en fazla iki
yıl boyunca yapacağıma ve sonrasında gidip ormanda yaşayacağıma
önceden karar vermiştim. Hayatımı yalnızca bir matematikçi
olarak geçirmek fikri beni hiçbir zaman tatmin etmemişti.
Çocukluğumdan beri medeniyetten kaçmayı hayal etmiştim – ıssız
bir adada ya da başka bir vahşi yerde yaşamak gibi.
Fakat
sorun bunun nasıl yapılacağını bilmememdi ve medeniyet ile
ilgili düşünceleri bir kenara bırakıp, cesaretimi toplayarak
ormanda yaşamaya gitmek oldukça zordu. Bu çok zor bir şeydir.
Çünkü
yaptığımız seçimlerin ne kadar büyük bir miktarının
çevremizdeki insanların beklentileri ile şekillendiğini fark
etmeyiz ve gidip diğer insanların bizi çılgın olarak
değerlendireceği bir şey yapmak—bu çok zor bir şeydir.
Dahası gerçekte nereyi gideceğimi de bilmiyordum.
Fakat
Michigan Üniversitesi’ndeki son yılımın başlangıcında bir
krizin içinden geçtim. Bizi topluma bağlayan psikolojik
zincirlerin benim için koptuğunu söyleyebilirim. Bundan sonra
sistemden kopmak ve vahşi bir yere gidip orada yaşamaya çalışmak
için gerekli olan cesarete sahip olduğumun bilincindeydim.
Berkeley’e gittiğimde, hiçbir zaman orada sonsuza kadar durmak
gibi bir amacım yoktu. Berkeley’deki işi yalnızca bir yer satın
almak üzere başlangıç için para biriktirmek amaçlı kabul
etmiştim.
BVD:
Çocukluk yıllarında vahşi bir yere gidip orada yaşamak gibi bir
hayalin olduğunu söyledin. Bu tarz hayaller kurmana sebep
olan şeyin ne olduğunu hatırlıyor musun? Gördüğün ya da
tecrübe ettiğin bir şey?
TJK:
Tabii ki okuduğum şeyler beni o doğrultuda yönlendirmişti.
Robinson Crusoe bunlardan birisiydi. Ve sonrasında 11 ya da 12
yaşlarındayken, Neandertaller ve nasıl yaşadıkları hakkında
spekülasyonlarda bulunan antropoloji kitapları okudum. Bu tarz
şeyleri okumak konusunda müthiş bir ilgi duymaya başladım ve bir
noktada neden sürekli bu tarz şeyler okumak istediğimi kendime
sordum. Ve fark ettim ki, gerçekten yapmak istediğim şey aslında
bu konular hakkında daha fazla kitap okumak değildi; o anlatılan
tarzda yaşamaktı.
BVD:
Bunların seni bu yönde eyleme geçecek kadar etkilemeleri çok
ilginç. Crusoe ya da Neanderthal’lerin hayatında sana çekici
gelen şeylerin neler olduğunu düşünüyorsun?
TJK:
O zamanlar bu hayat tarzına yönelik bende oluşan ilginin sebebini
bildiğimi sanmıyorum. Şimdi bunun büyük oranda özgürlük ve
şahsi otonomi ile alakalı olduğunu düşünüyorum.
BVD:
Bu tarz şeyler çoğu insana çekici geliyordur. Peki neden herkes
... ?
TJK:
Birçok insanın bu tarz şeylere ilgisinin olduğunu düşünüyorum; fakat gerçek anlamda bağlarını koparıp, fiili olarak gidip böyle
bir şey yapmaya kararlı değiller. Robinson Crusoe’nun şimdiye
kadar yazılmış en çok okunan kitaplardan
biri olduğu söyleniyor. Yani birçok kişiye çekici geldiği açık.
Benim davamla ilgilenen
bir araştırmacı, Montana’da sürdüğüm hayat tarzının çok
ilgisini çektiğini ve davam hakkında konuştuğu başka birçok
kişinin de bu yaşam tarzını oldukça merak ettiklerini söyledi.
Ve bu araştırmacının konuştuğu birçok kişi bana
imrendiklerini söylüyorlarmış. Aslına bakarsan, beni tutuklayan
FBI ajanlarından birisi bana “Buralardaki yaşamına çok
özeniyorum.” demişti. Yani bu şekilde hisseden çok sayıda
insan var fakat akıntıya kapılıp giderler ve kopuş noktasına
gelmezler.
BVD:
Sen bu kopuşu yaşadığın zaman Lincoln, Montana’ya gittin.
Neden Lincoln?
TJK:
Aslında ilk önce Britanya Kolumbiyası’ndaki
bir kraliyet arazisine başvurmuştum. Fakat sanırım bir yıl sonra
bunu reddettiler. Bundan sonraki kışı, 1970-1971 kışını,
Lombard, Illinois’daki ebeveynlerimin evinde geçirdim. Bu arada
kardeşim, Montana Great Falls’ta yaşamaya gitti ve orada Anaconda
Şirketi’nin döküm fabrikasında işe girdi. Bu kış sırasında
anneme yazdığı bir mektupta, eğer ülkenin o bölgesinde bir yer
almak istiyorsam benimle yarı yarıya ortak olabileceğini söyledi.
Böylece o ilkbahar Great Falls’a gittim, kardeşimi buldum ve
teklifini kabul ettim. Karakteristik bir pasiflik ile yer bulma işini
bana bıraktı.
Ne
yapacağımı bilmediğim için, 200. otoyoldan, sanırım o zamanlar
20. otoyoldu, batıya doğru gidip orada neler olduğuna bakmaya
karar verdim. Lincoln’dan geçerken orada küçük bir kabin
gördüm. Yolun kenarında küçük bir kiosk gibiydi ve üzerinde
emlakçı tabelası vardı. Durup ismi Ray Jensen olan yaşlı
emlakçıya bana ücra bir yerde bir toprak parçası gösterip
gösteremeyeceğini sordum. Bana Stample Pass Road’un oralarda bir
yer gösterdi. Orayı beğendim. Kardeşimi de getirip gösterdim o
da beğendi ve böylece orayı aldık. 2100$ -20$’lık
banknotlarla- peşin ödemeyi sahibine, Cliff Gehring’e yaptık.
BVD:
Yani aslında herhangi bir yer olabilirdi.
TJK:
Evet.
İkinci Bölüm
BVD:
Oraya ilk taşındığında Lincoln nasıl bir yerdi?
TJK:
Kasabanın kendisi bana o kadar farklı gelmiyor. Çok fazla
değişiklik olduğunu görmüyorum. Fakat yeni okul, kütüphane ve
açılan birkaç yeni iş yeri gibi bazı değişiklikler vardı.
Belki de kasaba ile ilgilenseydim oradaki değişiklikleri daha iyi
fark edebilirdim fakat ilgilenmediğim için değişiklikleri çok
fazla fark etmedim.
Benim
ilgilendiğim şey çevredeki kırsal alandı. Ve bu alan yalnızca
kerestecilik ve yol yapımı sebebiyle değil, çok sayıda insan bu
bölgeye taşındığı için de büyük bir değişikliği uğradı.
Mesela Stample Pass Road. Stample Pass Road’da çok daha az sayıda
yerleşim yeri vardı ve çoğu yalnızca kulübeydi.
Modern kulübeler
değil, fakat on yıllar on yıllar önce yapılmış kabinler. Ve
devamlı olarak orada yaşayan az sayıdaki insan
gerçek eski topraktı, başka kültüre mensup modern olmayan
insanlar. O zamanlarda Stample Pass Road eski vahşi batı
günlerinden kalmış gibiydi.
Stample
Pass Road boyunca şimdi bir gezintiye çıksanız çevredeki
ormanlık alan ile uyumsuz cafcaflı, abartılı modern yapıları
görürsünüz. Fakat eskiden orada olan birkaç kabin cafcaflı
değildi. Modern değillerdi. Ve ailem 1970’lerin başında beni
ziyareti geldiğinde Stample Pass Road’da bir gezintiye çıkmıştık
ve kendi geçmişine rağmen köküne kadar burjuva olan annem
aşağılayıcı
bir şekilde şöyle sormuştu: “Bu yerlerde yaşayan bu insanlar
kimler? Evsiz falan mı bunlar?” Evsiz falan değillerdi, eski
toprak emeklilerdi. Statüleri ve evlerinin görünüşlerini kafaya
takmıyorlardı. Evlerinin orta-sınıf saygınlığına uygun
gözüküp gözükmediğini önemsemeyecek kadar eski kafalıydılar.
Yani annemin standartları ile evleri salaş gözüyordu.
Stample
Pass Road’un nasıl değiştiğini görebilirsin ve bu değişiklik
bence Lincoln çevresinde gerçekleşen değişikliği karakterize
ediyor. Çünkü eskiden kulübe
olmayan birçok yerde şu anda kulübeler
var.
BVD:
Senin kulüben
çevredeki ormanlık ile uyum içindeydi. Onu yapmana yardımcı
olması için bazı planlar kullandın mı yoksa kulübenin
planını da kendin mi yapmıştın?
TJK:
Kendim yaptım.
BVD:
Kabini de kendin mi inşa ettin?
TJK:
Kardeşimden az, ama çok az bir yardım aldım. Bana verdiği yardım
bahsetmeye değmez. Çoğunlukla kendim yaptım.
BVD:
Kulübeyi
yapman ne kadar sürdü?
TJK:
Sanırım 1971 Temmuz’unun başlarından o yılın Kasım’ının
sonlarına kadar sürdü. Fakat yaptığım işe, Great Falls’a
çeşitli sebepler dolayısıyla yaptığım yolculuklar yüzünden
ara vermek zorunda kaldım. En uzun arayı ayağımı yaktığım
zaman vermek zorunda kaldım. 1 Ağustos 1971 tarihinde kaynayan bir
çorbaya çarpacak kadar sakar davrandım. Çorba spor ayakkabımın
üzerine döküldü ve ayağımı fena bir şekilde yaktı.
Doktorların talimatıyla 5, 5.5 hafta hiçbir şey yapamadım.
BVD:
Kulübende
ışık olup olmadığını merak ediyorum. Kulüben
yeteri kadar aydınlık mıydı?
TJK:
Kış aylarında mı?
BVD:
Herhangi bir zamanda.
TJK:
Evet yeteri kadar ışık vardı. Tabii ki havanın karardığı
zamanlar dışında.
BVD:
Lincoln’e geldiğinde tanıştığın ilk insanlar kimlerdi,
komşuların kimlerdi?
TJK:
Tabii ki, ilk olarak emlakçı. Fakat oraya yerleştiğimde sosyal
anlamda tanıştığım ilk kişiler, hala bana komşu bulunan
kulübenin
sahibi olan Glen ve Dolores Williams’tı. Orada asla sürekli
olarak yaşamadılar. Orası onlar için tatilde kullandıkları bir
evdi. Onlarla her zaman dostça ilişkilerim olmuştur, fakat hiçbir
zaman çok yakın olmadık. Ve Irene Preston ve Kenny Lee. Onlar
renkli diye adlandırdığımız
kişiliklere sahiplerdi. Kenny ilginç hikayeler anlatırdı...
BVD:
Peki Lundberg’ler ile ne zaman tanıştın?
TJK:
Sanırım Dick Lundberg ile ilk 1975 yılında tanıştım. Çünkü
o zamana kadar bir arabam, daha sonra da eski bir pikap kamyonetim
vardı. Fakat 1975 yılından sonra çalışan motorlu bir aracım
yoktu ve ara sıra Helena’ya Dick ile beraber gitmeye başlamıştım.
Sanırım Eilenn ile 70’lerin sonunda ya da 80’lerin başında
tanıştım.
BVD:
Yani bu tanıştığın insanlar senin yakınında yaşayan
insanlardı.
TJK:
Evet. Glenn ve eşi bildiğin gibi benim hemen aşağımda
oturuyorlardı ve aynı zamanda Bill Hull ve ailesinin birkaç üyesi
ile de tanıştım. Dükkanlarda çalışan tezgahtarlar haricinde
80’lere kadar tanıdığım tek insanlar bunlardı. Sherri (Wood)
kütüphaneyi devraldığında onunla da tanıştım. Sonrasında
Theresa ve Garlands’larla da tanıştım. Onlarla dükkanlarına
gittiğim için tanışmıştım. Yani orada olduğumun ilk 10
yılında insanlar ile çok fazla tanışmadım.
BVD:
Ya Chris Waits?
TJK:
Onunla ilk tanışmam sanırım 80’lerin ortalarındaydı. Tam olarak hatırlamıyorum. Bazen
onunla yolda karşılaşırdım. Belki birkaç kere beni arabasıyla
bir yerlere bırakmıştır – fakat böyle bir şeyin olup
olmadığından emin değilim. Yolda karşılaştığımızı ve
merhabalaştığımızı
biliyorum ama onunla olan tanışıklığım bundan ibaretti. Bir kez
Leora Hall’un, bahçesinde yaptığı satışta karşılaştık ve
o zaman orada onunla ayak üstü konuşmuştuk. Gördüğün gibi
genellikle vaktimi ormanda ve kendi başıma geçirdim, yani bana
yakın yerlerde oturanlardan başka kimseyi tanımak için çok fazla
fırsatım olmadı.
BVD:
Anlıyorum. O sana çok da yakın olan bir yerde yaşamıyordu. Waist
kitabında, onunla ayak üstü konuştuğun Leora Hall’un bahçe
satışından bahsediyor ve gümüş ya da gümüş kaplama çatal
bıçak aldığından bahsediyor. Fakat Laura Hall senin kesinlikle
gümüş ya da gümüş kaplama hiçbir şey almadığını çünkü
böyle bir şey satmadığını söylüyor. Fakat seni orada
gördüğünü ve hatta aldığın şeyleri de hatırlıyor. Bununla
ilgili bir yorum yapmak ister misin?
TJK:
Ne Leora Hall’dan ne de başka birisinden gümüş hiçbir şey
almadım.
BVD:
Tamam, o zaman başka konulara geçelim. Hayatında takip ettiğin
rutinler var mıydı?
TJK: Gerçekten belirli rutinlerim yoktu, fakat bazı faaliyetler –yemek pişirmek ya da ateş için odun toplamak gibi– belirli bazı rutinlere denk geliyordu.
BVD: Lincoln'de geçirdiğin ortalama bir gün nasıldı?
TJK:
Bu cevaplaması çok zor bir soru çünkü ortalama bir gün yaşayıp
yaşamadığımdan emin değilim. Yaptığım şeyler içinde
bulunduğum mevsime ve o gün yapmak zorunda olduğum işlere göre
epey değişiyordu. Fakat temsili bir günü anlatmaya çalışacağım...
Üçüncü Bölüm
TJK:
... Ocak ayından bir günü alalım ve sabaha karşı üçte
uyandığımı ve karın yağmakta olduğunu gördüğümü
varsayalım. Sobamı yakıyorum ve üzerine bir tencere su koyuyorum.
Su kaynamaya başladığında üzerine yulaf döküyorum ve pişene
kadar birkaç dakika karıştırıyorum. Sonra tencereyi sobanın
üzerinden alıp içine birkaç kaşık şeker ve toz süt koyuyorum.
Yulaflar soğurken haşlanmış soğuk tavşan eti yiyorum. Sonra
yulafları yiyorum, birkaç dakika açık sobanın önünde oturup
ateşin sönüşünü seyrediyorum, sonra üzerimdekileri çıkarıp
tekrar yatağa ve uyumaya dönüyorum. Uyandığımda güneş yeni
doğmakta oluyor. Yataktan çıkıp hemen giyiniyorum çünkü
kulübenin
içi soğuk. Giyinmeyi tamamladığımda ortalık biraz daha
aydınlanıyor ve karın artık yağmadığını ve gökyüzünün
açık olduğunu görüyorum. Kar yeni yağmış olduğundan tavşan
avı için iyi bir gün olacak. Eski, emektar tek atımlık 22 mm
tüfeğimi duvardan alıyorum. Küçük ahşap 16’lık mermi
kutusunu, ateş yakmam gerekebileceği için birkaç kibriti cebime
atıyorum ve kemerime bir bıçak bağlıyorum. Sonra kar
ayakkabılarımı giyip yola çıkıyorum. İlk olarak tepenin
üzerine çıkmak için sert bir yokuş ve sonra avlanmak istediğim
kontorta çamlarına kadar düz bir yürüyüş var. Çamlarda biraz
ilerledikten sonra bir kar tavşanının izlerine rastlıyorum. Dönüp
giden izleri bir saat civarı takip ediyorum. Sonra bir anda, diğer
her yeri beyaz olan kar tavşanının siyah gözlerini ve kulağının
siyah ucunu görüyorum. Genelde ilk önce gördüğünüz, gözler
ve kulağının siyah ucudur. Tavşan beni dalların ve çam
ağaçlarından yeni düşmüş yeşil iğnelerin arkasından izler.
Tavşan 12 metre ötemdedir ve dikkatli bir şekilde beni izliyordur,
o yüzden daha fazla yaklaşmaya çalışmam. Fakat yine de daha iyi
bir açıdan vurmak için yerimi değiştirmem gerekir – çünkü
en küçük bir dal parçası dahi 22’lik bir mermiyi ıskaya yol
açacak şekilde yolundan saptırır. İyi bir vuruş yapmak için
yere rahatsız bir pozisyonda uzanmam ve dizimi tüfeğin kabzası
için destek olarak kullanmam gerekir. Tavşanın başının üzerine,
gözünün tam arkasındaki bir noktaya doğru nişan alırım ...
sabit dur ... bum! Tavşan başından vurulmuştur. Böyle bir vuruş
tavşanı anında öldürür fakat tavşanın arka ayakları birkaç
dakika boyunca şiddetli bir şekilde sallanır, bu yüzden tavşan
karın üzerinde seker. Tavşanın sallanması bittiğinde ona doğru
giderim ve tamamı ile ölmüş olduğunu görürüm. Yüksek sesle:
“Teşekkürler Tavşan
Dede”
derim. Tavşan Dede
tüm kar tavşanlarının ruhları için icat ettiğim bir tür
yarı-tanrıdır. Birkaç dakika boyunca tamamı ile beyaz olan kara
ve çam ağaçlarından süzülen ışığa bakarım. Sessizliği ve
yalnızlığı hissederim. Burada olmak güzeldir. Bazen tepenin
yamaçlarında kar motoru izleri görürüm, fakat şu anda içinde
bulunduğum ormanda, büyük hayvanlar için olan av sezonu
kapandığında, burada bulunduğum tüm yıllar boyunca tek bir ayak
izine bile rastlamamışımdır. Cebimden düğümlü iplerden birini
çıkarırım. Tavşanın boynuna ipi geçirip diğer ucunu elime
dolarım. Daha sonra başka bir tavşan izi bulmak için bakınmaya
başlarım. Üç tane tavşan avladığımda eve doğru yola çıkarım.
Eve vardığımda altı yedi saat dışarıda geçirmiş olurum. İlk
işim tavşanların derisini yüzmek ve iç organlarını
çıkarmaktır. Karaciğerleri, kalpleri, beyinleri ve başka
bağlantılı parçaları bir kabın içine koyarım. Karkasları
tentenin altına asar ve birkaç patates ve yabani havuç almak için
kökleri sakladığım kilerime giderim. Bunları yıkadıktan sonra
ve başka bir takım işlerden sonra –odun kırmak ya da içme
suyu için eritmek üzere kar toplamak– tencereyi kaynamak üzere
sobanın üzerine koyarım ve uygun zamanda, kurutulmuş yabani
otları, yaban havuçlarını, patatesleri ve tavşanların
karaciğerlerini ve diğer iç organlarını tencereye eklerim. Tam
olarak piştiklerinde hava kararmaya başlamıştır. Güvecimi
kerosen lambamın ışığında yerim. Ya da tasarruf yapmak
istiyorsam, sobamın kapağını açıp ateşin başında yerim. Bir
avuç kuru üzümle yemeğimi bitiririm. Yorulmuşumdur fakat
huzurluyumdur. Sobanın açık kapağı önünde bir süre daha
durarak oturmaya devam ederim. Biraz okurum belki. Ya da yatağımda
yatar ve bir süre sobanın açık kapısından yanmakta olan ateşi
izlerim. Ya da yatağımda uzanıp duvara vuran
ışıkları izlerim. Uykum geldiğinde elbiselerimi çıkarıp,
battaniyenin altına girer ve uykuya dalarım.
BVD:
Ben de seni kıskanıyorum ... Kulağa muhteşem geliyor. Özgürlük
ve otonomi. Yetişmek için bir saat yok, hem gerçek, hem mecaz
anlamda. Fakat konuyu değiştirmeme izin ver. Uykudan bahsettin.
Yatağın rahat mıydı?
TJK:
Benim için yeterince rahattı.
BVD:
Tavşan Dede’ye
teşekkür etmene saygı duyuyorum ve bunu taktir ediyorum. Yemekten
önce şükretme geleneğinin gerçek kökenlerini hatırlattı bana.
Kendini feda etmenin, başka bir hayatın devam etmesi için başka
bir hayatın kendini feda etmesi ... Kadere inanır mısın?
TJK:
Hayır.
BVD:
Tanrıya inanıyor musun?
TJK:
Hayır. Ya sen?
BVD:
Tanrıya mı kadere mi?
TJK:
İkisine de.
BVD:
Belki... Ebeveynlerinin ateist olduğunu ve senin de ateist bir evde yetiştirildiğini okuduğumu hatırlıyorum.
TJK:
Doğru.
BVD:
Anne babanın tanrıdan bahsettiklerini hatırlıyor musun? “Bazı
insanlar buna inanıyorlar...” gibi şeyler söylediklerini
hatırlıyor musun?
TJK:
Evet biraz böyle şeyler yaptılar. Mesela annem bana bir kitap
okuyorsa ve orada tanrı ile ilgili bir şey geçiyorsa durumu şöyle
açıklardı: “Bazı insanlar böyle şeylere inanıyorlar fakat biz
inanmıyoruz.”
BVD:
Anlıyorum. Temsili gününe geri dönersek... yediğin şeylerden
bahsetmiştin. Genel olarak yediğin şeyler nelerden oluşuyordu?
Ortalama bir günde neler yiyordun?
TJK:
Bu mevsime göre oldukça fazla değişim gösteren bir şey.... 1975
ve 1983 arasında kış için un, pirinç, yulaf, şeker, mısır,
yemeklik yağ ve toz süt ve konserve meyve, domates alırdım. Soğuk
mevsimler boyunca her gün bir konserve kutusu yerdim. Az bir miktar
konserve balık ve kurutulmuş meyve yerdim. Bunlar dışında
yediğim her şey yabani ya da bahçemde yetiştirdiğim şeylerdi.
Karaca geyik, kanada geyiği, kar tavşanı, çam sincabı, üç
çeşit orman tavuğu, porcupine ve kimi zamanlar
ördek, dağ sıçanı, misk sıçanı, gelincik, çakal, yanlışlıkla
öldürdüğüm bir baykuş –hiçbir zaman kasıtlı olarak baykuş
öldürmezdim– geyik faresi ve çekirgeler, yaban mersini, sabun
eriği, amerikan hanımeli, yaban üzümü, iki çeşit siyah havuç,
ahududu, çilek, Oregon üzümleri, acı kiraz ve kuşburnu. Yediğim
nişastalı kökler ise cama, yampa, acıkök, Lomatium ve aynı
zamanda spring beauty kökleri... Başka birkaç çeşit kök ve
yabani ot da yedim... Mayıs ve haziran aylarında her yemekten önce
salata, baya büyük bir salata yerdim. Arazimde gezinip onu bunu
koparıp ağzıma atardım. Birkaç sefer de, yenebilir kökleri ezip
ekmek yapmıştım. Fakat onları ezmek inanılmaz derecede zaman
alıcı idi. Elle çekilen değirmenim yoktu bu sebeple onları taşta
öğütmüştüm. Bahçemde patates, yabani havuç, pancar, soğan,
iki çeşit havuç, ıspanak, turp, brokoli, bazı zamanlar
karapazı, kudüs enginarı yetiştirirdim.
Yabani
otları ve bahçe meyvelerini ve bazen de yaban meyvelerini kışın
kullanmak üzere kuruturdum. Fakat nişastalı yiyeceklerim için
genelde patates ve dükkandan alınan un, pirinç ve benzerleri gibi
kuru gıdaları tüketirdim. Yabani nişastalı kökler yükseklerde
nadirdir. Acıkök ve cama kökleri daha aşağılarda düzlüklerde
daha bol bulunur ve buralar genellikle özel arazilerdir ve
muhtemelen buralardaki rençperler bu besinlere ulaşmak için
arazilerini kazmamı istemezler. Kış aylarında Douglas köknarının
iğne yapraklarından yaptığım bir çayı C vitamini ihtiyacım
için içerdim.
1995-1996’da,
Montana’daki son kışımda, biraz zor zamanlar geçiriyordum.
Fakat sistemin sunduğu şeylerden bir kez vazgeçtiğinizde kendi
başınıza doğaçlama ne kadar iyi idare edebileceğiniz
şaşırtıcıdır. Taze, kurutulmuş ya da konserve hiçbir ticari
meyve ya da sebzeye sahip değildim; fakat kendi kuruttuğum
meyvelerden bir hayli vardı. Bir miktar kurutulmuş kara havuç ve
ışgınım vardı ve et için sincap ve tavşanlar vardı.
Kullandığım ticari ürünler yalnızca un –tam ve beyaz un–
pişirme yağı, şekerdi. Ve sanırım az biraz pirincim vardı.
Yulaf ya da mısırım olup olmadığını hatırlamıyorum. Süt
tozum bitmişti ve kalsiyum kaynağı olarak diş alçısı
kullanıyordum. Bu bittiğinde ya toz haline getirilmiş tavşan
kemiği ya da kalsit kullanmayı düşünüyordum. Fakat yine de iyi
durumdaydım, yemeklerden hoşlanıyordum ve güzel bir kış
oluyordu.
BVD:
En sevdiğin yabani yiyecek neydi?
TJK:
Sanırım Lincoln civarındaki en lezzetli
yabani besin keklik üzümüydü. Vaccinium’un yükseklerde yetişen
küçük bir türüdür. Üzümler öylesine küçüktür ki bir kap
doldurmak için saatler gerekir fakat tadı mükemmeldir. Bunlar
haricinde en sevdiğim yiyecekler yaban mersinleri, yampalar ve geyik
karaciğeri, kar tavşanı ve porcupinelerdi.
BVD:
Hazırladığın favori bir tarifin var mıydı?
TJK:
Standart hazırladığım yemekler yoktu. Çünkü belirli bir
zamanda ne bulunuyorsa onu yiyordum. Genel olarak en iyi yemeklerim,
içerisinde et, sebze ve patates, pirinç, erişte ya da yampa
kökleri gibi nişastalı yiyecekler bulunan güveçlerdi.
BVD:
Yemekleri dışarıda mı yerdin?
TJK:
Bunu nadiren yapardım. Genelde içeride, kulübemdeki
masamda yerdim... Yemeği bitirdiğimde bazen sandalyemde
oturup ayaklarımı masaya uzatır ve bir süre pencereden dışarı
bakardım...
BVD:
Pencereden dışarıyı görebiliyor muydun?
TJK:
Efendim?
BVD:
Pencereden baktığında dışarıyı görebiliyor muydun?
TJK:
Evet. Pencereler bunun için yapılır...
Dördüncü Bölüm
BVD:
Hangi bitkilerin yenilebileceğini ve hazırlanışlarını nasıl
öğrendin?
TJK:
Berkeley’i terk etmemden yıllar önce doğaya meraklıydım ve
yenilebilir yabani otları ayırt etme ve benzeri yetenekleri
öğreniyordum. Onları tanımayı konu üzerine yazılmış
kitaplardan öğrendim. Fernald ve Kinsey’in Edible
Wild Plants of Eastern America
kitabı ve Donald Kirk’in Edible
Wild Plants of Western America
kitapları. Kitaplar bu otların nasıl hazırlanabileceği ile
ilgili tarifler içeriyorlar fakat ben çoğunlukla deneme yanılma
yolu ile öğrendim. Bazı yenilebilir otları deneme yolu ile
öğrendim. Bazı bitki aileleri ile deneme yapmak tehlikeli
olabilir. Havuç ve zambak aileleri gibi. Çünkü bunlar ölümcül
derecede zehirli türler içerebilirler. Fakat hardal otu ailesi, kır
çiçekleri ve pancarlar ile deneme yapmak güvenlidir. Bildiğim
kadarıyla ölümcül düzeyde zehir içermezler fakat bazı türleri
belirli derecede zehirli olabilir. Hardal otu ailesinden, bitkilerin
adını öğrenmeden kullandıklarım olmuştu. Kır çiçeklerinden
adını öğrenmeden yıllarca yediğim bir tür vardı. Bu yalancı
karahindabıymış. Ve sıklıkla yediğim bir pancar türü vardı
fakat bunun adını hiç öğrenmedim.
BVD:
Kendi kendine yeterli miydin?
TJK:
Tamamı ile değil. Mağazalardan alınan un, pirinç, yulaf ve
pişirme yağı gibi besinlere ihtiyaç duyuyordum. Kıyafetlerimin
çoğunu satın alıyordum. Gerçi kendi yaptıklarım da olmuştu.
İlk başlarda, tam anlamı ile kendine yeterlilik, sonunda ulaşmak
istediğim bir hedefti. Fakat çevremdeki vahşi doğanın daralması
ve bölgenin kalabalıklaşması ile bunu yapmak için bir sebep
kalmadığı hissine kapıldım ve ilgilerim başka yönlere gitmeye
başladı.
BVD:
Yaşama tarzın rüyalarını, arzularını ve ilk başta sahip
olduğun motivasyonları nasıl tatmin etti? Yani gençken sahip
olduğun düş ve Berkeley’den ayrılmak ile ilgili kararın ve
planın. Ve Lincoln’deki yaşamının en tatmin edici yanı neydi?
TJK:
Ormandaki yaşamımda şahsi özgürlük, bağımsızlık ve bir
miktar macera ve düşük stresli bir yaşam gibi bulmayı umduğum
tatminleri buldum.
Fakat
aynı zamanda daha önce tam olarak anlayamadığım ve tahmin
etmediğim ya da hatta tamamen sürpriz bir şekilde gerçekleşen
tatminler yaşadım.
Doğa
ile ne kadar daha yakın hale gelirseniz onun güzelliğini o kadar
fazla taktir ediyorsunuz. Bu yalnızca manzaralardan ve seslerden
oluşan bir güzellik değil fakat bir bütün olarak doğanın
uyandırdığı taktir duygusu... Bunu nasıl ifade edebileceğimi
bilmiyorum. Çarpıcı olan şey, yalnızca orayı ziyaret etmekten farklı olarak ormanda sürekli yaşadığınızda, güzelliğin
dışarıdan baktığınız bir şey olmaktan ziyade hayatınızın
bir parçası haline gelmesidir.
Bununla
bağlantılı olarak doğa ile kurduğunuz yakınlık, duyularınızın
keskinleşmesine sebep oluyor. Duyma ya da görme kabiliyetiniz
artmıyor, fakat çevrenizdeki şeyleri daha çok fark ediyorsunuz.
Şehir yaşamında içeriye dönme eğiliminiz vardır. Çevreniz,
alakasız sesler ve görüntüler
ile doludur ve bunların çoğunu, bilincinize ulaşmaması için
engellemek üzerine koşullanmışsınızdır. Ormanda dikkatiniz
dışarıya, çevrenize yöneliktir; çünkü çevrenizde olanların
çok daha fazla bilincindesinizdir. Mesela yerdeki yenilebilir
bitkiler ya da hayvan izleri gibi çok küçük şeyleri fark
edersiniz. Eğer bir insan geçip çok küçük bir iz bıraktıysa
bunu fark edersiniz. Kulağınıza gelen seslerin ne olduğunu
bilirsiniz. Bu bir kuş sesidir; bu uçan, bir at sineğidir; bu
kaçan, korkan bir geyiktir; bu bir sincabın
kestiği kozalaktır ve yerdeki odunların üzerine düşmüştür.
Eğer ne olduğunu bilemediğiniz bir ses duyarsanız, duyulabilecek
en küçük şiddette dahi olsa, hemen onu fark edersiniz. Benim için
bu farkındalık ya da duyuların bu şekilde genişlemesi, doğaya yakın
yaşamanın en büyük lükslerinden birisiydi. Bu duyguyu aynı şeyi
tecrübe etmeden anlayamazsın.
Öğrendiğim
diğer bir şey, belirli bir amacı olan bir iş yapmanın önemiydi.
Burada bahsettiğim gerçekten bir amacı olan, ölüm kalım
meselelerinden
oluşan işlerdir. Ormanda yaşamanın tam olarak ne anlama
geldiğine, ekonomik durumumun yemek yiyebilmek için avlanmak, bitki
toplamak ve bahçede bitki yetiştirmemi zorunlu kılmasına sebep
olan bir duruma gelmesi ile farkına vardım.
Lincoln’de
yaşadığım zamanın bir bölümünde, özellikle 1975’ten 1978’e
kadar, avlanmakta başarısız olursam yiyecek et bulamazdım. Onları
kendim toplamaz ya da yetiştirmezsem yiyecek bitki bulamazdım. Bu
tarz bir kendine yeterliliğin getirdiği kendine güven ve başarı
duygusunun verdiğinden daha tatmin edici bir şey yoktur. Bununla
bağlantılı olarak kişi ölüm korkusunu kaybeder.
Doğanın
yakınında yaşayarak fark ettiğin şey, mutluluğun, zevki
artırmak ile bir alakası olmadığıdır. Mutluluk genelde huzur
ile alakalıdır. Huzuru yeterli uzunlukta tecrübe edersen çok
güçlü zevkler sana itici gelmeye başlar—aşırı zevk erişmiş
olduğun huzuru bozacaktır.
Son
olarak can sıkıntısının medeniyetin bir hastalığı olduğunu
öğreniyorsun. Sıkıntı denilen şey çoğunlukla insanların
sürekli olarak kendilerini eğlendirme ve meşgul tutma ihtiyacında
olmaları ve bunu yapamadıklarında çeşitli endişelerin,
sıkıntıların, huzursuzlukların ve benzerlerinin yüzeye çıkmaya
başlaması ve insanları rahatsız etmesidir. Ormandaki yaşama bir
kez alıştığında can sıkıntısı denen şey ortadan kalkar.
Eğer yapılacak herhangi bir işin yoksa hiçbir şey yapmadan
saatlerce oturabilirsin; yalnızca kuşları, rüzgarı ya da
sessizliği dinlersin, güneş hareket ettikçe oluşan gölgeleri
izlersin, ya da yalnızca tanıdığın nesnelere bakarsın. Ve
sıkılmazsın. Yalnızca huzur içindesindir.
BVD:
Lincoln’deki yaşamının en zor yanı neydi?
TJK:
Ormanda yaşadığım hayatın en kötü yanı modern medeniyetin
önlenemez
bir şekilde yaklaşmasıydı. Stample Pass Road’da ve başka
yerlerde her zaman daha fazla ev vardı. Ormanın içerisine daha
fazla yol yapılıyordu, daha fazla ağaç kesiliyordu ve daha fazla
uçak üzerimden uçuyordu. Geyiklerin üzerindeki alıcılar, tarım
ilacı sıkılması ve buna benzer bir sürü şey.
BVD:
Ormandaki yaşamın ile ilgili en güzel anıların neler?
TJK:
.... Baharın ilk günlerinde karlar bunu mümkün kılacak kadar
eridiğinde tepelerde uzun yürüyüşlere çıkardım, artık kar
ayakkabısı giymek zorunda olmamanın
verdiği fiziksel özgürlüğün tadını çıkarırdım. Ve eve
yabani soğanlar, karahindiba, ve Lomatium gibi bir sürü taze ve
genç yabani sebze ile ve bir kaç tane orman tavuğu ile gelirdim.
Bunları yasa dışı olarak avlıyordum itiraf etmem gerekir.
Sabahın erken saatlerinde bahçemde çalışmak. Kışın kar
tavşanı avlamak. Kış aylarında gizli kulübemde
geçirdiğim zamanlar. Bahar, yaz ve sonbaharda kamp yaptığım bazı
yerler. Geyik eti, patates ve bahçemdeki diğer sebzeler ile
yaptığım sonbahar güveçleri. Hiçbir şey yapmadan hatta
düşünmeden, huzur içinde oturduğum ve uzandığım anlar.
BVD:
Teşekkür ederim...
TJK:
Rica ederim.
(Röportajı
yapanın notu: Kaczynski’nin saklı kulübesinin
bulunduğunu iddia eden yayınların aksine bu kulübe
bulunamamıştır.)
___________________________________________________________________________________
Karaçam
karapinusnigra@gmail.com